14 Ekim, 2010

Şehvar! Şehvarr!



Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama, çıkacak yeri yoktur.
Büyük, küçük hep göçüp gidiyor.
Giden geri gelmiyor.
Kat'i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır. / Kuss bin Said

Editör / Meditör

Bismillahirrahmanirrahim


Hamd, doğu ve batının sahibi olan Rahmana, salat, müjdeci ve korkutucu olan sevgilinin üzerine.






Editörden:


Sizler için bir iki satır güzel bişeyler yazayım dedim, olmadı. Ben metni yazmaya çalışırken dergimizin yeni sayısının vakit geldi. Yazım tamamlanamadı. İnşallah gelecek sayıya yetişir. Ben yazamadım ama size, en mükemmel metnin yazılı olduğu en kutsal kitaptan güzel bir hikaye seçtim. Okurken düşünelim, dersler çıkartalım. Kehf süresinin bereketinden her zaman faydalanabilelim inşallah.




                                              *************



Kehf Süresi:


32:ONLARA şu iki adam örneğini ver, ki onlardan birine iki üzüm bağı bahşetmiş, onların çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve aralarına da ekili bir alan yerleştirmiştik.

33:Bu her iki bahçe de beklenen ürünü veriyor, verimlerinde herhangi bir eksilme göstermiyorlardı; çünkü Biz her birinin içinden bir dere akıtmıştık.

34: Böylece [bu bahçenin sahibi] bolluk içinde ürün kaldırıyordu. Ama [bir gün] bu adam komşusuyla tartışırken söz arasında ona: "Benim malım mülküm senden çok; nüfusça da senden daha güçlü, daha ilerdeyim!" dedi.

35: [İşte] kendi kendine [böylece] yazık eden bu adam: "Bu bahçenin bir gün yok olacağını asla düşünemiyorum!" diyerek bahçesine girdi;

36: ve "Son Saat'in (bir gün) gelip çatacağını da düşünemiyorum" (diye ekledi,) "hem, [o saat gelse ve] ben Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, sonuç olarak, her halde bundan daha iyisini karşımda bulacağım!"

37: Kendisiyle tartışmaya girdiği komşusu ona: "Seni tozdan topraktan, sonra bir damla döl suyundan yaratıp da [eksiksiz] bir insan şekline sokan Allah'a karşı nankörlük mü yapıyorsun?"

38: "Bana gelince, [biliyorum ki] benim Rabbim Allah'tır ve ben tanrısal nitelikleri O'ndan başka kimseye yakıştıramam".

39: Ve [devamla,] "Yazık, keşke bahçene girerken Allah'ın dilediği [olur, çünkü] yaratıcı güç ancak Allah'ın elindedir' deseydin! Mal ve evlatça, gördüğün gibi, senden daha güçsüz isem de

40: Rabbim bana senin bağından bahçenden pekala daha hayırlısını verebileceği gibi, [senin] bu [bahçe]ne gökten bir afet gönderir de [bahçen o zaman] yerle bir olabilir;


41: yahut bir daha asla bulup çıkaramayacağın biçimde onun suyu çekilebilir!"

42: Ve [gerçekten de böyle oldu:] ürünlerle dolup taşan bahçeleri çepeçevre târümâr edildi; ve o [bahçenin] târümâr olmuş çitleri, çardakları karşısında, boşa giden emeğine yanarak ellerini oğuştura oğuştura: "Ah, n'olurdu, Rabbimden başkasına tanrısal nitelikler yakıştırmamış olsaydım!" demekten başka söyleyecek bir şey bulamadı.

43: Çünkü şimdi artık onun ne Allah yerine kendisine yardım ulaştıracak kimsesi vardı, ne de kendi başının çaresine bakabilecek durumdaydı.

44: İşte bunun içindir ki, koruyucu-kayırıcı güç bütünüyle, Tek ve Gerçek Tanrı olan Allah'a aittir. Hak edilen karşılığı vermekte de, sonucun ne olacağını belirlemekte de en iyi olan O'dur.

45: DÜNYA hayatının gökten indirdiğimiz suya benzediğini onlara anlat: Öyle ki, yerin bitkileri onu emerek zengin bir çeşitlilik içinde boy verip birbirine karışırlar; ama bütün bu canlılık, çeşitlilik sonunda rüzğarın savurup götürdüğü çer çöpe döner. İşte (bunun gibi,) her şeye karar veren [yalnız] Allah'tır.

46: Mal mülk ve çocuklar dünya hayatının süsleridir; ama ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından, Rabbinin katında daha değerli ve bir ümit kaynağı olarak daha verimlidir.

47: Çünkü, dağları ortadan kaldıracağımız o Gün yeryüzünü boş ve çıplak görürsün; [o Gün] kimseyi bırakmaksızın herkesi [diriltip] bir araya toplayacağız.

48: Ve dizi dizi Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında [Rableri onlara şöyle diyecek:]

"İşte, sizi ilk kez yarattığımız günkü gibi [bütünüyle yapayalnız ve boyun eğmiş olarak] huzurumuza geldiniz; oysa, sizin için böyle bir buluşmayı gerçekleştirmeyeceğimizi sanıyordunuz hep!"

49: Ve [o Gün, herkesin dünyada yapıp-ettiklerine dair] sicil(ler) önlerine konduğunda, suçluların orada (yazılı) olanlardan irkildiklerini görürsün;


"Vah bize! Nasıl bir sicilmiş bu! Küçük, büyük hiçbir şey bırakmamış, her şeyi hesaba geçirmiş!"

derler.Ve yapıp-ettikleri her şeyi (kaydedilmiş olarak) önlerinde bulurlar; ve Rabbinin kimseye haksızlık yapmadığını [anlarlar].

Sevgilinin Babası; Abdullah






Peygamberimizin Dedesi Abdülmuttalip gördüğü bir rüya üzerine Zemzem Kuyusunu bulmaya, ortaya çıkarmaya karar vermiş ve faaliyete geçmişti. Ancak Abdülmuttalib'in bu faaliyetini gözleyen Kureyşliler, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib'e,


"Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et" dediler. Abdülmuttalib,

"Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir." Abdülmuttalib'in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin

Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib'in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi. "Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe'nin yanında kurban edeceğim."

Abdülmuttalib'in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib'in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib'in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmışti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.



Abdülmuttalib'in Oğullarıyla Konuşması

Oğullarının on'u da büyümüştü. Va'dini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular:

"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?"Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

İtâatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe'ye vardı.
Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti… Böyle durumlarda Kureyş bu usule başvururdu.


Kur'a Çekilişi

Kâbe'nin yanına varan Abdülmuttalib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:

"Ab-dul-lah!"

Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu:

"Abdullah."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah'a çevirdi ve şöyle dedi:

"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."

Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu:  "Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah'ta sanki Hz. İsmâil'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.

Abdülmuttalib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:

"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?" Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:

"Onu kurban edeceğim!"

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke'nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi.

Bütün kalabalık Abdülmuttalib'in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah'ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek ona karşı nankörlük olurdu.

Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve.

"Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"


Abdülmuttalib'in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey Abdülmuttalib! Abdullah'ı al, Şam'a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah'ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."

Bu fikir Abdülmuttalib'in aklına yattı. Derhal Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu:

"Sizde bir insanın diyeti nedir?"

Abdülmuttalib,

"On deve" dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın,

"Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz" dedi.

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.



Kur'a Neticesi

Mekke'ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe'ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur'a çekilecekti.

Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah'a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu.

Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi.

Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:


"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.

O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.



İki kurbanlığın oğlu

Bu olaya ve neslinden geldiği Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimizin:

"Ben iki kurbanlığın oğluyum" buyurdu nakledilir.



Hz. Abdullah'ın İffeti

Aynı gündü...

Herkes neticeden memnun kur'a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe'nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah'ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullahın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Varaka bin Nevfel'in kız kardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahir zamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. Abdullahın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede görmediği müstesna bir parlaklığı fark etmişti. Abdullah’la evlenip bu güzelliğe sahip olmak istedi. Ama Abdullah onu istemedi.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:

"Ne oldu, sana? Halin değişmiş."

Rukiyye,

"O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye cevap verdi.

Evet, Hz. Abdullah'ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine'ye intikal etmişti. Hz. Abdullah'a hayran olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden.

Dizileri Dize Getirmenin Yolu! / Sait Çamlıca
























Yanlış hatırlamıyorsam, Prof. Dr. Nevzat Tarhan hocadan okumuştum. 28 Şubat surecinde Genelkurmay Başkanlığına sadece 12 (oniki) mektup gönderilmiş. Halkın oylarıyla iktidara gelen bir parti ve o partiye oy verenlere karşı haksızlık yapıldığını anlatan mektup sayısı 1000 (bin) veya daha fazla olsa, bazı şeylerin çok farklı olabileceğini yazmıştı Sayın Tarhan.


Tepki vermek, hepimizin en doğal hakkı. Toplumun, gençlerin ahlakını yozlaştıran dizilerden rahatsız olanların sayısı ne kadar çok olursa olsun, evde kendi kendimize söylenmemiz sorunları değiştirmeyecektir. “Allah bunlara akıl fikir versin! Bizim aile ortamımızı, ahlaki değerlerimizi hiç düşünmüyorlar!” tepkisini, evde kendi başınız vermeniz, “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış!” atasözündeki gibi karşılıksız kalır.



Hava bile haram!

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:

“Her kula helâl, Müslüman’a haram!..”

Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama.

Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış:

- “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:

- “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam:

- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:

- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur:

- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”

- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..”

- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…”

- “Eeee?!..”-

”Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:

- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam:

- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış.
Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine…


Sultan:

- “Bitti mi?..” demiş adama.

- “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.

- “Şimdi nedir isteğin?..”

- “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri…

Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için:

- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”

- “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..”

- “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…”

- “Sorma, sorma…”

Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:

- “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam:

- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:

- “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..”

Sultan acı acı tebessüm etmiş:

- “Hava bile haram, hava bile!..” demiş…

* * * * * * *

Tecrübeli bir piyanist konser için sahneye çıkmış. Salon ağzına kadar dolu. Piyanist, piyanosunun başına geçip tam çalmaya başlayacak, aklına bir fikir gelmiş. Tüm salon sessizlik içinde onu beklerken, adam sadece piyanoya dokunuyormuş gibi yaparak kafasını sallıyormuş. Hiçbir tuşa dokunmadan bir saate yakın bir süre sahnede konser veriyormuş gibi yapmış.

Konser bitiminde ayağa kalkan piyanist, seyircilerin karşına geçerek, teşekkür mahiyetinde selam vermiş. Bütün salon piyanistti ayakta alkışlamış.

Piyanist perde arkasına geçince, genç yardımcısı, “Bunu neden yaptınız hocam!” demiş. Piyanist, “Bir milletin ne kadar tepkisiz olabileceğini ölçmek istedim!” demiş.

* * * * * *

Tepkisiz olmak, yapılanlara razı olmak demektir. Bilgisayarın başında otururken www.rtuk.org.tr sitesini girerek tepkinizi dile getirebileceğiniz gibi 444 1 178 no’lu telefon numarasına şikayetlerinizi iletebilirsiniz.


Bu dizilere tepki verme niyetinde olmayanlar bilsin ki, bu dizilerin hedef tahtasında “evlatlarınız” var. Bir ülkenin en büyük hazinesi, o ülkenin geleceği olan çocukları ve gençleridir. Geleceğimizi karartanlara karşı sessiz kalmak, suça ortak olmaktır. http://www.saitcamlica.com/

Müslümaların Dikkatine - 2 / Mehmet Şevket Eygi

(19) Hizip, fırka, meşrep, tarîk asabiyeti çok kötü bir şeydir. Kur’ân’a göre üstünlük takva iledir. Biz ümmet şuurunu yitirmiş, fırka asabiyeti çukuruna düşmüşüz. Nice Müslüman “O Müslüman bizdendir, şu Müslüman bizden değildir” gibi lâflar ediyor. Böyle lâflar dine uygun mudur? Bütün Müslümanlar bizdendir. Öyleleri var ki, kendi tarikatından olmayan salih bir Müslümanı dışlıyor. Bu kafayı bırakmadıkça selâmet sahiline çıkamayız.


(20) Kur’an-ı Kerîm elbette dinimizin ana kaynağıdır. Peygamberimizin sünneti elbette ikinci ana kaynaktır. Lakin yeterli ilme, ihtisasa, ehliyete, liyakate, kültüre sahip olmayan Müslümanların kendi kafalarıyla Kur’ân’dan veya tercümelerinden, sünnetten, hadislerden dinî hüküm çıkarmaları, indî yorumlar yapmaları son derece zararlıdır. “Men fessere’l-Kur’âne bire’yihi fekad kefer” buyurulmuştur. İlmi, ehliyeti ve icazeti olmayanların din konusunda kendi kısa re’yleriyle, görüşleriyle konuşup hüküm vermeleri çok büyük bir felâkettir. Zaten son 70-80 seneden beri kefere-i fecere “Hocalar aradan çıksın, herkes dinini doğrudan doğruya Kur’ân’dan kendisi öğrensin” demiyorlar mı? Bugün esnaf, doktor, mühendis, okumuş okumamış, bilen bilmeyen herkes dinî konuları mıncıklıyor, hatta fıkhı inkâr eden bir mezhepsizler fırkası bile türedi. Bu disiplinsizlik giderilmedikçe kurtuluşumuz çok zordur.

(21) Bir İslâm toplumu için büyük felâket ve afetlerden biri de din sömürücülüğüdür. Dinin ticaret konusu olduğu, mukaddesat bezirgânlığı yapıldığı, birtakım rezillerin din yoluyla büyük zengin olduğu, dinin pazara düştüğü bir toplum elbette iflâh olmaz. Ülkemizde din, “Büyük bir sektör” olmuştur. Muazzam miktarda din rantı yenmektedir. Biz bu satırlarla elbette ki, dini hizmetler için toplanan ve yerli yerinde harcanan paraları kastetmiyoruz. Bir kısım haşaratın dini âlet ve vasıta ederek para kazanmalarını kastediyoruz.

İslâm’ı hakkıyla yaşamazsak kurtulamayız... İslâm’ı kendimize değil, kendimizi İslâm’a uydurmalıyız... Yaygın ve genel günahlarla, isyanlarla, fısk ve fücurlarla, tuğyanlarla, bid’atlerle selamet olmaz... Kuru Müslümanlıkla iş bitmez... Dinin hükümlerine uymak gerekir. Kur’ân’a, Sünnete, fıkha, Şeriata, İslâm ahlâkına itaat etmeliyiz. Açıkça günah işleyen bir İslâm toplumunun geleceği aydınlık değildir. Bir yol ayrımındayız, bir tarafta “Mevlâ’ya gider”, öbür taraf da “Belâya gider” yazılı…



Milli Gazete

Bir Baba Bir Oğul



İstanbul’un fethinden sonra ilk kadı olan Hızır Beyin oğlu Sinan paşa, gençliğinde (soseftaiyye) mezhebine girmişti. Soseftailer: Her şeyden şüphe, hatta şüphelerinde de şüphe ederlermiş. Sinan Paşa, bir gün babasıyla yemek yerken Hızır Bey:


“ Sinan; budalalıkta o dereceye vardın ki şu tabağın bakır olduğudan şüphe edeceksin!” demiş. Sinan Paşa da:

“Evet, biz onu bakır görüyoruz amma başka bir şey olmak ihtimali de vardır!” deyince Hızır Bey sahanı kaldırıp oğlunun kafasına vurmuş canı acıyan Sinan paşa ay! deyince, babası:

“Nasıl, bakır olduğunu anladın mı?” diye sormuş.

Sinan paşa basından aldığı bu dersten sonra şeyh vefaya derviş olmuş. Onun irşadıyla o saçma fikirlerinden kurtulmuş.




Korkusuz şehzade


Yavuz sultan Selim henüz beş-altı yaşlarında bir çoçuktu. Amasya'daki sarayın bahçesinde ok talimi yapıyordu. Yay boyunu aşıyordu ama o bu yaşta attığını vurmaya başlamıştı. Babası Sultan II. Bayezit bir ağacın arkasında onu seyrediyordu. Yavuz son okunu da tam hedefe saplayınca, dayanamadı; saklandığı yerden çıkıp, oğluna sarıldı:

-Allah gücüne güç katsın oğlum. Ama niçin yalnızsın? Küçük Selim hayretle:

- Yalnız değilim ki Sultan babam; Allah her yerdedir! Aldığı cevap, Bayezit'i şaşırttı ama belli etmedi. Sarayın bahçesi ulu ağaçlarla süslüylü. Ormandan farkı yoktu.

- "Oğulcuğum," dedi Sultan Bayezit, " tek başına buralarda dolaşma. Düşmanlarımız var. Allah korusun; sana bir kötülük etmek isteyebilirler!" Selim duraklardı. Sonra, iki yaşından beri yanından ayırmadığı küçücük kılıcını çekip:

- Pederim! Bu kılıcı süs için bağlamadık.

İcap ederse kendimizi korumasını biliriz. Hem pederimizin korkusundan dünyanın öbür ucundaki düşmanın yüreği titrerken sarayın bahçesine girmeye kim cesaret edebilir? II. Bayezit, hayretten donakalmıştı. Onda kimsede olmayan bir şeyler vardı. Vaktinden önce gelişmiş, aklı boyunu aşmıştı. Selim'i, elinden tutup, saraya götürürken; "Hiç şüphem yok. Bu çocuk ilerde ne yapıp edip padişah olacak. Şimdiden ona tahtın yolunu açmalıyım." Böyle düşündü ya, gün gelip Şehzade Selim, istediğini almasını bildi ve Osmanlı'nın Yavuz Sultan Selim'i oldu.

-Kırkambar-










Kısa… Kısa…


* Hastalıklara karşı alınacak önlemlerin başında hijyen gelir. Sanılanın aksine nezle en fazla solunum yoluyla değil ellerde kalan mikropların diğer kişilere bulaşmasıyla yayılır. Mutlaka suya ve sabuna dokunarak el temizliği.

* Diş temizliği ve sağlığı bütün vücudu etkileyecek öneme sahiptir. Mutlaka diş sağlığınıza gereken önemi verin. Diş fırçalamak veya misvak kullanmak vazgeçmeyeceğiniz alışkanlıklarınızdan olsun.

* Beslenmenizde sağlığınıza yararlı olan yiyecekleri en az bir gömlek veya kravat alırken gösterdiğiniz ihtimamla seçin.

* Kullanacağınız her gıdanın ve ilacın son kullanma tarihine mutlaka dikkat edin. Son kullanma tarihi geçmiş hiçbir gıda ve ilacı kullanmayınız.

* Uykunuza gereken zamanı ayırın. Düzensiz uykunun size pek faydası olmayabilir. Uyku düzenini sağlayın.

* Sebze ve meyveleri taze iken tüketmeye önem verin. Dondurulmuş veya uzun süre buzdolabında kalmış meyve ve sebzeler besin değerini büyük ölçüde kaybeder.

* Yemeklerinizde çorbaya yer verin. Çorbaya katacağınız baharatlarla hem ihtiyacınız olan vitaminleri alacaksınız hem de vücudunuz için gerekli suyun önemli bir kısmını karşılamış olacaksınız.

* Ayakkabınızın topuklarına dikkat edin. Fazla yüksek topuklar sizi daha uzun gösterebilir ama bu sizin sağlığınızı bozar. Topuksuz ayakkabılardan da sakının.

* Her gün mutlaka bir kase yoğurt veya bir bardak süt için. Kalsiyum ve magnezyum vücut için çok gereklidir.





Bunları Biliyor musunuz?



Boğalar renk körüdür, bundan dolayı rengi ne olursa olsun, matadorun elindeki beze saldırırlar.

Erkekler kadınlara göre on kat daha fazla renk körü oluyorlar.

Dünyada yaklaşık 75 milyon at vardır ve atların ortalama yaşı 40 yıldır.

İnsanlar parmak izinden, köpekler burun izinden tanınır.

En uzun süre uçan tavuk ancak 13 saniye havada kalmıştır.

Kıta isimlerinin hepsi ayni harfle başlayıp ayni harfle biter.

Develerin 3 tane kaşı vardır.