01 Ağustos, 2009

26. Sayısıyla "Şehvar" Karşınızda

"bir göl nasıl uyandırılır bilmem
neresine dokunulur bir taş atsam korkup sıçrar mı
bilmem bir göl nasıl uyandırılır" / Ali Ural


Editören:

mine: üzgünüm
hoca: neden
mine: iki satır bir şey yazamıyorum
mine: dergi için
hoca: yazabilirsin
mine: yazmasam olur değil mi?
mine: dergi hazır zaten
hoca: hımm
hoca: sunuş falan yazılacak
mine: evet
mine: ondan söz ediyorum
mine: yazamadım diye
hoca: :)
hoca: olmaz öyle şey
mine: olmaz dimi?!!!

Hoca için olmaz demesi kolay, bende biliyorum olmadığını, iki üç kelime dâhi olsa yazmam gerektiğini ama yazamıyorum işte. Yazmak konusunda istekli fakat gayretli ve başarılı biri değilim. Yazabilmek için çok uğraşıyorum. Karşımda, beni nasıl dolduracaksın der gibi duran bu ter temiz beyaz sayfadan nasıl korktuğumu anlatamam. Kelimeler bana, kaşlarını çatmış, haylaz bir çocuk gibi davranırken, ben onlarla, dost olup güzel bir oyun kurmak için uğraşıyorum. Bu haylaz çocukla anlaşıp hiç olmazsa bir sunuş falan yazabilsem...

Yazar İbrahim Paşalı dergimiz için “küçük, istikrarlı ve ‘net’ olan şeyler daima daha etkilidir” demişti. Neredeyse onuncu yılını doldurmuş olan dergimiz, Rabbimin izniyle bu iltifatı hak ettiğini sanırım gösterdi. Yazılarını kullandığım değerli yazarlarımızın da rızasıyla inşallah yoluna devam edecek. Her sayıda olduğu gibi, yine severek hazırladım. Beğenerek okumanız dileğiyle.

Merhaba Ey! / Gökhan Özcan

Her yıl rahmet mevsimi geldiğinde, aslında hayatın çekirdeğini bile doldurmayacağına kani olduğum gündem kalabalığını elimin tersiyle itip bir “Ramazan karşılaması” yazmaktan büyük keyif alıyorum. Ramazan ayının gelip hayatımın merkezine yerleşmesinden, gündelik alışkanlıklarımı elimden alarak canımı acıtmasından da gayet memnunum. Hiç sağa sola sapmadan gerçeği bodoslama söyleyeceğim: Oruç tutmak zor geliyor. Bu zorluğu aşarak, nefsin mızıldanmalarına kulaklarımı tıkayarak oruca merhaba diyebilmeyi çorak hayatım için bir rahmet ihtimali olarak görüyorum, hakikaten serinliyorum. Zamane insanlarından biri olarak canımı yakan her ihtimalden bir serinlik umuyorum. Çünkü bu zamanda yaşayan insanların canı hiç acıtılmamaya ayarlanmış durumda. Acımayan canın canı olur mu hiç? Acımayan can, can olur mu?

Allahtan hayatın zembereğinin boşaldığı bu zamandan öncesine dair izler var zihnimde. O hatıraların hafızamda bıraktığı buruk tad olmasa bugünlerin sarhoşluğuna kapılıp gitmemi ne engelleyecek? Ruhumu hiç bırakmadan huzursuz eden bütün evvel zaman sıkıntılarına şükürler olsun. Yalanı dürtükleyen hakikate hamdolsun. İhtiras düzenine taş koyan mübarek rahmet ayına selam olsun. Yoksa kaybolup gideceğiz biz kıyametin bu en sığ provasında. Hilali görmeye devam eden bir yeryüzünden umut kesilmez. Kurumadı demek ki henüz tutunduğumuz dal. O zaman varolsun nefislere sıkıntı veren mübarek ay... On bir ayın kurtarıcısı... İrkilme ve yeniden şekillenme mevsimi... Hayatı geri yaşayıp ana rahmine geri dönme zamanı... Kıvrılarak can tohumuna, varlığı yeniden öğrenme zamanı...

Canın bütün arzuları, bütün açlıkları, bütün hırsı, şehveti kolordularını gönderirken üstümüze, bir fısıltıyla bu koca yalana direnebilme gücünü otuz gün otuz gece hissedebilme zamanı. Otuz gün otuz gece süren eza cefa şöleni... Varız, buradayız, acıkıyor yalanın her türlüsüne ruhumuz, arzularımız zorluyor gemlerini, ama buradayız, ayaktayız, kuruyan dudaklarımızla dualar fısıldıyoruz.

İşte bu bizim en güçlü zamanımız. Biz burada hayata değil sadece, zamana, zamanın üstümüze yığdığı ağır kire, koca yalana direniyoruz. Üstümüze bulaşan pisliğe bakmadan Allah'a sığınmaya sığınıyoruz. Dünyada gidilecek hiçbir yere gitmeyerek gidilecek en sahih kapının, rahmet kapısının eşiğinde toplanıyoruz. Avuçlarımızı açıp bekliyoruz. Beklemeyi başarmak bile, aceleci ruhlarımıza karşı kazandığımız bir büyük zafer... Durup beklemek, geceleri imsak vaktini, akşamları iftar vaktini, anların içine gizlenen rahmet vaktini...

Rızkın boğazın düğümlerinde kazandığı lezzete merhaba diyoruz. Rahmete dikilmiş gözlere merhaba diyoruz. Gökyüzünü dolduran kandillere merhaba diyoruz. Hayr için alınan soluklara merhaba diyoruz. Sabrın, metanetin, teslimiyetin insan kılığına girip sokaklarda dolaşmasına merhaba diyoruz. Vicdanları dolduran engin muhasebeye, yanlışı mahkum eden pişmanlıklara merhaba diyoruz.

Merhaba diyoruz on bir ayı şereflendiren bir aya, zamanın boynundaki emsalsiz gerdanlığa merhaba diyoruz. Merhaba ey şehr-i Ramazan! Merhaba ey nefsimin huzurunu kaçıran huzur! Merhaba ey yalandan kurtarılmış zaman! Merhaba ey! Yeni Şafak Gazetesi

Gülmek için Kral Ağlamak için Filozof / Ali Ural

Taş suya düştü, iç içe geçmiş kadife halkalar yayılıyor yüze; tebessüm bu! Taş suya düştü ve azgın dalgalar kıyılarını dövdü çehrenin; kahkaha bu! Tebessümle kahkaha ne kadar yakın birbirine, tebessümle kahkaha ne kadar uzak...

Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu, Batı hiç vazgeçmedi kahkahadan. Sırf bu yüzden perdeler diktirdi kahkahaları giydirmek için. Alkışlattı onu. Ciddiyet kadar komik bir şey yoktu! "Ciddi Olmanın Önemi" adlı oyunu seyredenler kırıldı kahkahadan. Perde kapandığında Oscar Wilde'ı ellerinin gürültüsüyle sahneye çağıranlar, hak ettiğini düşünüyorlardı kahkaha tacını. Oysa Wilde, "Oyun elbette beni de güldürdü ama bir tiyatro yapıtı eğlendirmesi yanında içimi sızlatmazsa gecemi boşuna geçirdim duygusu verir bana," diyordu o sırada bir gazeteciye. Ve Bernard Shaw yıllar sonra başka cümlelerle ifade ediyordu aynı duyguyu: "Bir komedi oynanınca, izleyiciler gülmüş mü, gülmemiş mi beni hiç ilgilendirmez. Her budala bir topluluğu güldürebilir. Gülseler de, somurtsalar da kaç kişinin içinin kaynadığına bakarım ben!"

Rüzgâr yerine Diazot Monoksit mi esiyor yeryüzünde? Dev bir gaz odasına dönüyor dünya! Hey kalabalıklar! Alkışlar gülme gazına! Milyonlarca insanın elleri karnında, neşeli gebeler gibi hazırlanıyorlar yavrulamaya. Ne doğuracaklar! Ki trenler gülüşmelerle çınlıyor, dikiz aynasında küçük diller oynuyor, vapur düdüklerini bastırıyor kahkahalar. Dikenli teller aşılmış. Oksijenine azot sızmış havanın. O renksiz, tatlı hoş kokulu gaz sarhoş ediyor zihinleri, sonra gülme isteği veriyor, ne sihir! Hem acıya paydos. Ağrıya duyarsız kılıyor sinirleri. Uzun süre solunduğunda öldürüyormuş ne gam! Hepimiz öleceğiz, yan etki sayılabilir. Istırabı dindiriyor ya bir an! Yaşasın insanı hayvandan üstün kılan kahkahalar! Yaşasın da, on sekiz çeşit gülme varken neden iki ayrı çehreyle yürüyor iki filozof? Demokritos ve Herakleitos. "Evlerden dışarı adım atar atmaz, biri güler, diğeriyse ağlardı" (Juvenal, X, 28) İki ayrı elekle elenirdi halk. Eski Yunanlılar garip adamlar. Yedi Bilge'den Myson gülerdi tek başına bir köşeye çekilip. Görenler, " Niçin yalnız başına gülüyorsun?" derdi de, şu cevabı alırdı: " Yalnız başıma olduğum için!" Ya Aristippus Sokrates'in meclisini terk edip krala yanaştığı için ayıplanmıştı da, kendini şu cümleyle atmıştı sahile: "Bilgi sahibi olmak için Sokrates'e gidiyordum. Şimdi de gülmek için krala geldim!"

Peki sizi güldüren ne? Ağız kenarlarınız simetrik hareket ediyor, çizgiler oluşuyor göz çevrenizde. Yapmacık yok. Demek gerçekten gülüyorsunuz. Yoksa bozulurdu simetri. Tahmin edeyim. Yere düşen birini gördünüz. Yahut Einstein dil çıkardı size. Eğlence Tanrısı Comos, "Comique"likler yapıyor belki. Belki de sırf insan olduğunuz için gülüyorsunuz.

Ne diyordu Bergson, "Komiğin Manası Üzerine Bir Deneme"de: "Ancak insanlara ait olan şeyler komik olabilir. Mesela bir manzara güzel veya çirkin olabilir fakat komik olamaz." İnsan mı var, perdeler var o halde! Bu gülmeyi bilen canlı, koparır koparmaz çevreden ilgisini. Sessiz bir film izlemeye başlıyor. İki komiğe dönüşüyor iki filozof, komediye dönüşüyor her trajedi. Lorel ve Hardy modern zamanların temelini atıyor siyah beyaz küreklerle. "Komik denilen şey hakikatin zıddıdır," dese de Bergson, hakikat bizatihi komedi oluyor. Ve bir türlü başkasının yerine koyamayanlar kendini, devam ediyorlar gülmeye. Gülmek, "Kül-mek"ten geliyor diye fısıldıyor kamus. Ateşin olmadığı yerde külün işi ne!

"Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız," dedi Hz. Peygamber. Dedi ve bilgiye çağırdı bizi. "Güldüren de O'dur, ağlatan da O! Öldüren de O'dur yaşatan da O!" dedi Kur'ân (Necm, 43-44) Dedi ve sezgiye çağırdı bizi. "Çok suyun ekinleri öldürdüğü gibi, çok gülmek de kalbi öldürür," dedi Hz. Ömer. Dedi ve sevgiye çağırdı bizi. Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu. Tebessümü kazançtan sayıyordu. İyilikten. Latifeler yapıyordu hakikate zıt düşmeyen. "İhtiyarlar cennete giremez," diyordu Hz. Peygamber yaşlı bir kadına tatlı bir sesle. Hüzün sisi sarınca ihtiyarı, "Gençleşerek cennet bahçelerinde gezecekler," diye gülümsüyordu. Ah Doğu! Kaba kahkahalarından ne zaman kurtulacaksın! Ne zaman yakalayacaksın tebessümü yeniden! Gösteri konuşmaları daha ne vakte kadar eğlendirecek seni! Lâtif olanın kuluna latifeler yaraşır. Nükteyle nokta koymak derin ırmağa.

Zaman Gazetesi

Düşsel Gıybet / Derya Güney

İnsan zihni ne gariptir! Saniyeler içinde bir düşünceden diğerine atlar; ne zaman, ne de mekân gözetmeden inanılmaz bir hızla gezinir durur. Bu öyle bir yolculuktur ki, bazen yaşadığı olayları yeniden yaşar zamanı geri sararcasına. Hatta yaşamadıklarını dahi yaşayıverir muhtemel senaryolarıyla. Kimi vakit, hiç beklemediği konukları olur zihin âleminin. Üzerinde durmadığını, önemsemediğini zannettiğin şeyler, gündemine gelir, oturur; teşhisleri, tesbitleri, varsayımlarıyla... "Ne düşünüyorsun?" diye sorarsınız bir şeyler düşündüğü her halinden belli birine, çok manalı bir "hiiiç!" duyarsınız. Oysa ne çok şey gizlidir o hiçlerde: Bazen anlaşılmayı umarak, bazen anlaşılmaktan korkarak, bazen de gerçekten ne düşüneceğini, nasıl bir yargıya varacağını bilememekten muzdarip dökülür dudaklardan. Ama çoğunlukla, hemen her şey hakkında bir fikri vardır insanın: Kimi bilgi ve tecrübe mahsulu, kimi duyduğu, kimi gördüğü, kimi sezdiği, kimi zannettiği.

Şöyle bir gözden geçirsek düşüncelerimizi "zan" larımızın ve özellikle sû-i zanlarımızın bir hayli fazla olduğunu görürüz. Çoğu vakit, sadece "zan" dan ibaret olduğunu bile farketmediğimiz düşüncelerin peşine takılır; onların getirdiği duyguların akıntısına kapılırız. Bu duygu ve düşünce seli, içimizde iyi ve güzel adına ne varsa, yıkıp geçmek için pek heveslidir. Önüne setler çekilmediği müddetçe, insan, öncelikle kendi içinde yıkılan güzelliklerin acısıyla kıvranır; ardından sû-i zanların belirlediği davranışlarının kurbanı olur.

Zan, önce zihinde başlar; sonra söz ve davranışlara sirâyet eder. "Siz ey imana ermiş olanlar! (Birbiriniz hakkında) yersiz zanda bulunmaktan kaçının; çünkü (bu şekilde) zannın bir kısmı günahtır; birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkmayın. Aranızdan hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz! Ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, rahmet kaynağıdır.” (hucurat süresi 49/12)

Gazzali, İhya'sında, zan bahsine, "Dilin Afetleri" bölümünde "gıybet"in altında yer verir. Çünkü zan,"düşünsel gıybet"tir. Gazzali'nin "zan" mevzuuna bu yaklaşımını çok etkileyici bulurum. Gerçekten, yukarıdaki ayetlerin ışığında, zannın insanı gıybete sürükleyişini farkedince, bu tanımlamanın ne kadar yerinde olduğu anlaşılır.
Akılımıza gelen kötü düşüncelerden, zanlardan rahatsız olmak, yanlış bir hal içinde olduğumuzu farketmek, O'na sığınmak ve zihnimizi bu kirlerden arındırmaya çalışmak; bu elbette, mü'mince bir tavır. Ya aksi... Tahmin ve sû-i zanlarımızın belirlediği bir bakış açısı oluşturmak ve sonra buna uygun söz ve davranışta bulunmak. Böylece kalbin âdeta zaman içinde kararması ve "fıtratın bozulması" yla en başta insanın kendine yabancılaşması.

Zan mağdurlarının akıbetini şöyle özetlemek mümkün: İnsanın kendine uzak düşmesi, insanın diğer insanlara uzak düşmesi ve insanın rahmetin sıcaklığından uzağa düşmesi... Bu ne büyük yalnızlıktır! Hakikatten kopuşun acısına nasıl dayanılır, onsuz asla itminana eremeyecek insan yüreği? Milli Gazete

Sigara Yasak, İçki Verelim / İbrahim Tenekeci

Patlıcangiller familyasından olan tütünü ilk kullananlar, Amerikan yerlileridir. Tütün, Amerika'nın keşfini müteakip Avrupa'ya, sonra da Venedikli tüccarlar vasıtasıyla Osmanlı'ya girmiştir. Sigarayı ise bir Fransız askerinin bulduğu söyleniyor. Şöyle ki: Savaş sırasında pipo bulamayan veya piposunu kaybeden bir Fransız askeri, tütünü kâğıda sararak içmiş. Ve bu içim şekli, önce cepheden cepheye, sonra da tüm dünyaya yayılmış.

Tütünün zararları saymakla bitmez: Akciğer ve gırtlak kanseri, kalp ve damar hastalıkları, beyin hücrelerinde tahribat, mide rahatsızlıkları, cildin erken yaşlanması vs.

Fi tarihte, "Sigara içmiyorum, yarama tütün basıyorum" diye yazmış olsam da, sigaranın savunulacak hiçbir tarafı yok.

Tütüne tutunan ve "varsın annemiz olsun tütün" diye şiir yazan biri olarak, sigarayla ilgili bazı yasaklara karşı değilim.

Karşı olduğum şey, sadece sigaraya savaş açılmasıdır.

Tütün, dinen mekruh olan bir içecek veya ot, bitki her neyse... Bunu kullananlara cüzamlı muamelesi yapılırken, tütüne ve tiryakiye savaş üstüne savaş ilan edilirken; dinen haram olan içkiye niye kimse dokunmuyor?

Sigara paketlerinin üzerinde yazan uyarıcı şeyler, niçin içki şişelerinin üzerinde yazmaz?

Size televizyondan bir sahne: Adamın bir elinde içki kadehi, diğer elinde sigara var. Mekruh olan şeyi tutan el sansürleniyor, haram olan şeyi tutan el ise sansürlenmiyor.

İçki yüzünden her gün şu kadar ocak sönüyor. Kazalar, cinayetler, yüz kızartıcı suçlar, aile içi şiddet vs. Ölümcül trafik kazalarının birçoğunda, araçtan içki şişeleri çıkıyor. Ama bizlere sunulan şey, polis kontrolüne takılan sarhoş şoförlerin o komik ve "sevimli" görüntüleri...

Sizce burada bir sorun yok mu? Var ve şu:

İçki, Hıristiyan dünyasına ait kültürün önemli parçalarından biridir. Mesela şarap deyince Fransızlar, viski deyince İskoçlar, bira deyince Almanlar, votka deyince Ruslar akla gelir. Ama İslam ülkelerinin adı anılınca, herhangi bir içki akla gelmez.(Burada bir parantez açmak icap ediyor. Bazı kendini bilmezler, rakıyı neredeyse "millî içeceğimiz" ilan edecek. Oysa millî demek, dini demektir. Ve dinimizde içki haramdır.)

Tütün ise böyle değil. Her kültürde, neredeyse eşit yere sahip.

"Her şeyin başı sağlık" deyip kenara çekilmek yerine, kaç gündür işte bunu, yani ülkemizdeki tütün kültürünü kurcalıyorum. Konuyla ilgili olarak sadece türküleri, ağıtları, şiirleri karıştırmıyor; bazı kitapları da edinip okuyorum. Örneğin Emine Görsoy'un Tütün Kitabı'nı. (Kitabevi, 2003) Yine, Necati Cumalı'nın Acı Tütün, Mürsel Sönmez'in Tütün Küfesi gibi eserlerini...

Bunların yanı sıra, Ahmet Şükrü Esen'in Anadolu Ağıtları (İletişim, 1997) ve Mehmet Özbek'in Türkülerin Dili (Ötüken, 2009) isimli kitaplarını da taradım.

Bir de, 'Avrupalılar tütüne nasıl bakıyor' düşüncesiyle, Detlef Bluhm'un Tütün ve Kültür (Dost Yayınları, Eylül 2001) kitabını okudum. Hemen söyleyeyim: Onların tütüne bakışı ile bizim bakışımız bir değil... Avrupa'da tütünden sonra "zevk" kelimesi geliyor. Örneğin Oscar Wilde "Bir sigara, dört dörtlük bir zevkin en mükemmel biçimidir" demiş, falan...

Bizde ise tütünden sonra "dert" kelimesi geliyor. Tütünün, kanı durdurmak için yaraya basılması da bu durumu pekiştiriyor.

Bir Yozgat sürmelisi, "Çamlığın başında tüter bir tütün" diye başlar ve "Acı çekmeyenin yüreği bütün" şeklinde devam eder. Nakarat bölümünde de şu muhteşem dizeler vardır: "At üstünde kuşlar gibi dönen yar / Kendi gidip ahbapları kalan yar..."

Ali'nin Ağıtı, "Büyük evde tütün tüter / Benim derdim bana yeter" dizeleriyle başlar.

Tütün kaçakçısı Ömer'i Deveci Dağı'nda vururlar. Yarasına tütünden medet umarak şöyle ağıt yakar:

"Deveci dağına bastığım oldu. Tütünün dengi yastığım oldu. Bizim arkadaşların kaçtığı oldu. Sebebim tütünü basın yarama..."

Milletimiz, "Bir ateş ver, sigaramı yakayım" derken bile, cümlenin/dizenin başına "ah" eklemiştir. İzmir türküsünde olduğu gibi: "Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım / Sen sallan gel, ben boynuna bakayım..."

Mevlana gibi, "Aha da kızmışım ben" diyorsanız, o ayrı tabii.

Konu ta buralara gelmişken, Türk şiirinin önemli isimlerinden olan Cemal Süreya'yı anmamak olmaz. Cemal Süreya, sigarayı bıraktıktan sonra, bir yandan "Eskiden birinci işimdi sigara içmek / Şimdiyse içmemek birinci işim" diye yazar; bir yandan da "Acının birinci günü", "Acının ikinci günü" diye sigarasız geçen günlerini bir köşeye not eder.

İçkiye göz yumup da tütüne göz açtırmayanların, "tütünün kültürümüzdeki yerini" bildiklerini pek sanmıyorum. Bilselerdi eğer, "sigara yasak, içki verelim" gibi tuhaf bir durum ortaya çıkmazdı. Milli Gazete

Dikkat Şiir / Mevlana Celaleddin

“Şems, artık burada durulmaz der dostuna,acıtmaya başlamıştır gülbahçesini, dikenliklerden atılan taşlar.”

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun.. Etme! Başka bir yâr başka bir dosta meylediyorsun.. Etme!

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun.. Etme!

Çalma bizi bizden, gitme bizden o ellere doğru çalınmış başkalarına nazar ediyorsun.. Etme!

Ey ay felek harap olmuş alt üst olmuş senin için bizi öyle harap öyle alt üst ediyorsun.. Etme!

Ey makamı var ile yokun üzerinde olan ( kişi ) sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun.. Etme!

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan sen ayında evini yıkmaya kastediyorsun.. Etme!

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun.. Etme!

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun.. Etme!

Ey cennetin ve cehennemin elinde olduğu ( kişi ) bize cenneti öyle cehennem ediyorsun.. Etme!

Şekerliğimin içinde zehir olsan dokunmaz bize sen zehri şeker, şekeri zehrediyorsun.. Etme!

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun.. Etme!

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil aşkın baygınlığıyle ne diye meşk ediyorsun.. Etme!

Yaşlı Kızılderiliden Hayata Dair Öğütler

"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz Adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak." "Yeryüzüne iyi muamale edin! O babanızın size bıraktığı kendi malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız." "Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse, insanoğlu büyük bir ruh yalnızlığı içinde ölecektir. Hayvanlara ne olduysa insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir."

"Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz. Lazım olduğu kadar Keser, kestiğimizin de hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve Kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşıdökecektir. Bu da bizim kalbimizi yaralar." "Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur." "Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır." "Nimet de külfet de 'Büyük Ruh' un elindedir. Bazen onun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır."

"Eğer sorsanız: 'Sessizlik nedir?' Cevap veririz: O Büyük Ruh' un sesidir. Yine sorsanız: 'Sessizliğin meyveleri nelerdir?' Cevap veririz: Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı.'" "Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz." "Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz. Sadece bir kişiye yardım et! O bile yeter." "İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır." "Ağlamaktan korkma!
Zihindeki ızdırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir."

"Her şey halkadır. Her birimiz kendi hareketlerinizden sorumluyuz. Hepsi döner dolaşır, bize geri gelir."

Sağlığınız için yararlı 5 yiyecek!!!

Ziyafet denince aklınıza hangi yiyecekler geliyor? Birçok erkek için, bol biftek, kızarmış patates veya hamur işleri gelir. Peki ziyafet yemekleri sağlıklı olabilir mi? Foxnews'te yer alan habere göre, şaşırtıcı bir şekilde en sevdiğiniz yiyeceklerin sağlığınız için iyi olabildiği belirtiliyor.
Hamur işi: Yıllardır hamur işleri, kilo aldırdığı gerekçesiyle kötü bir üne sahip. Fakat, hamur işleri gerçekten kalsiyum, potasyum ve lif gibi ürün çeşitliliği sunuyor. Ve bugünlerde tam tahıl ya da karbonhidrat çeşitliliği sunan hamur işleri, her yerde yükselişe başladı. Ayrıca, pişmiş hamur işi yemeğinizin yanına brokoli, mantar, soğan ya da antioksidan bakımından zengin domates ekleyerek daha sağlıklı bir menü oluşturabilirsiniz.

Biftek: Kırmızı ve işlenmiş et tüketimiyle artan kanser riski ve kardiyovasküler hastalıklar arasındaki ilişki aklınıza gelebilir. Fakat makul ölçüde tüketilen yağsız biftek, sağlığınız için gerçekten faydalı olabilir. Yağsız et, büyük bir B6, B12 vitamini, selenyum, çinko, potasyum ve diğer birçok gerekli vitamin ve besin kaynağıdır.

Patates: Biftekten oluşan akşam yemeğinizi bir tabak kızarmış patatesle tamamlamak ister misiniz? Bu nişastalı patateslerin, sağlıklı oranda karbonhidrat içerdiğini bilmelisiniz. Ayrıca patateste C vitamini, lif, protein ve gibi gerekli besinler ile bir muzdan daha fazla potasyum var.

Kırmızı biber: Herkesin kırmızı biber için sır bir tarifi var, gurme şeflerinden ev kadınlarına kadar kime sorsanız hepsi kendisine ait en iyi tarifi anlatacaktır. Fakat, rekabet bir yana kırmızı biberin içerdiği sağlıklı maddeler yadsınamaz. Ayrıca biberler ve kırmızı biberde bulunan kapsaisin maddesi, termojenik bir etkiye sahip. Bu şu anlama geliyor: biberleri yedikten sonra 20 dakika boyunca vücudunuz ekstra kalori yakıyor. Ayrıca, biberi yavaş yavaş yemeniz halinde midenizin dolu olduğu şeklinde bir mesaj beyninize iletiliyor ve böylece aşırı yemek yememiş oluyorsunuz.
Kırmızı biberin rengi, içindeki temel içerik olan ve gerekli vitamin ile besinlerle dolu olan domatesten geliyor. Domates aynı zamanda güçlü bir antioksidan olan, erkeklerde prostat kanseri riskini yüzde 35' e kadar azaltan likopen içeriyor.

Çikolata: Eğer canınız yemekten sonra tatlı çekiyorsa, biraz çikolata yiyebilirsiniz. Flavanol ve antioksidan içeren kakao, kan basıncını düşürerek ve insülin direncini artırarak, kan damarlarındaki hücrelerin fonksiyonunu düzenleyerek ve HDL kolesterolü artırarak kalp sağlığını destekliyor. Alman araştırmacılara göre, kakao tüketenlerde kalp hastalığından ölüm riski yüzde 50 oranında azalıyor.

-Kırkambar-

Neden? Niçin? Nasıl?

Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır?
Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da, bir rütbenin, bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil, yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi, Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.

Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların, yağmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu. Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler üretildi, ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı.

Biliyor musunuz?

Tavşan, başını çevirmeden aynı zamanda hem arkasını hem önünü görebilen bir hayvandır.İnsanlar parmak izinden, köpekler burun izinden. tanınır.
Uzay yolculuğunda taşınacak her fazla kilo için gerekli olan yakıt miktarı 530 kg`dır.
Sibirya`da insanlar sütü donmuş çubuk şeklinde satın alırlar.
Işık, bir saniyede Dünya`yı 8 defa dolaşabilir.


Pratik Bilgiler:

Değersiz olarak gördüğünüz limon kabuklarını güneşli bir yere koyup kurutursanız, özellikle isli ve yağlı mutfak eşyalarınızı ovarken şaşırtıcı sonuçlar alabilirsiniz.

Sodalı içeceklerin gazlarının kaçmasını engellemek için buzdolabının içine başaşağı yerleştirin.

Açılmakta direnen cam kavanozların altına sert bir şekilde vurursanız açılacaklardır.