30 Ekim, 2011

Geç Kaldım Biliyorum

“Saçılan ebemkuşağıdır dolanır bir asi kızın parmağına"


sonra

- Biliyor musun? bazen, gökkuşağını görmek adına, ıslanmayı göze alsan bile onu yinede göremeyebilirsin! dedi.

- .......

- Ne acı değil mi?

Editorden

"sustum!

sen hakkımda
kötü zanda bulunurken,
yaşananları yanlış ve
kendi açından yorumlarken,

sustum!

bilmiyordun, ki susuşum
yalnız O'nun içindi...

sustum! keşke bilseydin.

sürekli konuşmak;
sıkan, daraltan bir karabasanın içinde boğulmak!
tek kelime cevap vermeden susmak;
açan, genişleyen bir ruhun içinde huzur duymak!
bunun için sustum!

keşke bilseydin."



<><><><><><><>




Derviş ve Aşk


Dervişin biri, bir kucak elmayla yanından geçen kıza; "Nereye gidiyorsun?” diye sormuş.

Kız ilerde ki tarlayı göstererek:

"Sevdiğim çalışıyor şu tarlada. O’na gidiyorum” diye cevaplamış.

Derviş:

“O kucağına ne doldurdun?" diye sormuş.

Genç Kız; “Sevdiğime elma götürüyorum" diye cevaplandırmış.

Derviş: "Kaç tane elma var elinde?" diye sormuş.

Kız gayet sakin:

"İnsan, sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?" demiş.

Bu cevap karşısında neye uğradığını şaşıran derviş, elindeki tespihi yavaşça kopartmış.




Sevgili okurlarım, siz hesabınızı tuttunuz mu bilmem ama ben kaç zamandır ayrı olduğumuzu çok iyi biliyor ve bu ayrılıktan dolayı kendime kızıyorum. Yazmak benim için uzun zamandır girmediğim bir oda gibi. Orada neyle karşılaşacağımı bilmiyorum, unuttum herşeyi. Sonra, yazdıklarımı ya da okuyup beğendiklerimi paylaşmak da arayı açınca zorlaştı sanki. Bundan sonra arayı açmayacağımı umuyorum.

Pardon! / Gökhan Özcan

Pardon, ben sizi hep mazideki halinizle hatırlıyorum, güncellemede bir sorun mu var?


Pardon, konuşurken konudan konuya sıçrıyorsam kusuruma bakmayın, benim zihnimi ara sıra hıçkırık tutuyor!

Pardon, ben bu noktada ne demek istediğinizi anladım, konuşmanızın devamını dinlemek zorunda mıyım?

Pardon, etinizi az pişmiş mi alırsınız yoksa çok pişmiş mi? Kararınızı bir an önce vermezseniz ilki için çok geç olacak!

Pardon, diş macunlarını tüpüne geri sokmakta üstüme yoktur, yetenek yarışmanıza ben de katılabilir miyim?

Pardon, ceketimin iç cebinde olması gereken cüzdan şu anda sizin elinizde... Cüzdanımı hemen bana geri vermezseniz çıkarıp ceketimi size vereceğim, haberiniz olsun!

Pardon, benim itfaiyeciye değil polise ihtiyacım var hanımefendi! Çünkü evimi soymakta olan aksi herif, soygunu bırakıp yangın çıkarmaya kesinlikle yanaşmıyor!

Pardon, bu bombanın pimi elimde kaldı, garantisi var mıydı, yoksa ödemem mi gerekiyor?

Pardon, şu görmüş olduğunuz yerle bir olmuş zücaciye dükkânı bana ait, peki şu pis pis sırıtan koca popolu fil sizin mi?

Pardon, ne demek yüz gerdirme esnasında doktoru hapşırık tuttu, ben bu çarşamba pazarı gibi yüzle mi dolaşacağım yani!

Pardon, size dokunduğumda bütün vücudum derinden sarsılıyor sanıyordum, meğer tramvayda elektrik kaçağı varmış!

Pardon, ya sizin söylediğiniz her söz bana çok dokunuyor ya da sizi dinlemeye dalıp yemeği fazla kaçırıyorum!

Pardon, size aşkımı ifade edecek kelimeleri ancak Flemenkçe'de bulabildim. Sözlük mü istersiniz, yoksa çevirmen mi bulayım!

Pardon, konuşurken gözleriniz hep uzak bir noktaya dalıp gidiyor, ben de sazan gibi iki de bir dönüp elin noktasına bakmak zorunda kalıyorum!

Organik Dinimi Geri İstiyorum / Ekrem senai

Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur” diye ortaya çıkabilir. İslam kolaylık dinidir diye kuşa çevirdiler hükümleri. Bir ara şişe dibi gözlüklü karikatürlerden fırlamış bir tip çıkartırlardı. Hayreddin Karaman, kendisi için “dört beyazdan kaçının, şeker, tuz, un, Zekeriya” demişti. Adam, kurbanı horoza kadar indirmişti; kadınlara da büyük kolaylık sağlamış göğüsler fora bir şekilde namaz kılmalarına cevaz vermişti. Otel odasında porno izlediği belgelenince de “ben ibret için baktıydım, vah vah ettim o kızları görünce…” demişti. Herkesin nefsi, zaafları vardır. Ama bütün dinler bu zaaflarla mücadele edip arınmayı hedeflemez mi? Yani din konusunda bir profesörlük söz konusu ise -ki bu çok saçma- bunun kriteri emirlere uymak ve yasaklardan kaçmak konusundaki hassasiyet olmalı herhalde. Rahmetli dedemin hiç ilmi yoktu, Allah’ın buyruklarını hiç sorgulamazdı; ama (herhalde bu yüzden) tertemiz bir kalbi vardı, onun seher vakti döktüğü göz yaşlarıydı benim idealimdeki din. Hiç kendi kitaplarını referans göstermemişti, zaten ne bir kitabı ne de reytingi vardı, Allah adına konuşup helalleri, haramları eğip bükmezdi, din onun haliydi, hayatıydı, oturuşu, kalkışı, nezaketi, selamı, tebessümüydü, şefkatiydi. İyi ki dedem bir ilahiyat profesörü değilmiş diyorum kendime, yoksa büyük ihtimalle ateist olurdum.


Bir başka profesör çıkmış her şeyi şirk ilan ediyor. “Dini müzik şirktir, camide peygamberimizin ismi, halifelerin isimleri olması şirktir, şefaat istemek şirktir, türbe ziyareti şirktir, şu şirktir, bu şirktir…” Zaten bir avuç dindar Müslüman var, onları da müşrik yapıp cehenneme gönderdin mi, cennet kontenjanı ilahiyatçılara kalıyor. Din, muhabbetle yaşanan bir şey, o muhabbet eksik olunca bildikleri insanın egosuna hizmet etmeye başlıyor. Kendi dışındakileri cahiller ve gafiller olarak görmeye başlıyor. Alim dediğin insanın toplumun sıkıntılarına çözüm getiren bir insan olması gerekir. Sorun çözmek yerine ortaya yeni sorunlar getiren bir insana alim denilmez. 1400 yıldır kelam, fıkıh, tefsir, hadis, tasavvuf ilimlerinin geldiği bir yer var. Yüzlerce yıl tartışılan sorunları yeniden ısıtıp kendi fikriymiş gibi ortaya dökmenin ne alemi var? İslam’da musiki üzerine yazılmış belki bin cilt eser var. İnsanın derdi reyting almak, egosunu tatmin etmek değilse zaten böyle tartışmalara girmez.

Bir diğeri çıkmış ısrarla ibadet dilinin Türkçe olması gerektiğini savunuyor. Bu konuda Fatiha’ya mahsus fetvasının hatırına yıllardır yerin dibine batırdıkları Ebu Hanife’ye (RA) kıymet vermeye başladılar.
Murat Bardakçı’nın “böyle adına kitaplar yazdığın kişiyle ilgili Neyzen’in bir şiirini istemiştin benden, bana yaz ver demiştin hani, açıklayım mı?” diye bahsettiği şiir nasıl bir şeydi bilmiyorum tabi ama Nuri’nin alnındaki soğuk terlerden içeriği anlaşılıyordu.


Yine Bardakçı “sen Türkçe mi kılıyorsun namazını?” diye sorduğunda “karıştırma benim namazımı” demişti. Nedir hocam bu Türkçe ibadet aşkı? Millet namaz kılmak için yanıp tutuşuyor da bir Arapçasını öğrenemediği için mi kılmıyor? Veya namazda Türkçe okuyunca ayetleri daha fazla bir huşu mu duyuyorsun, vallahi ben denedim huzurun, huşunun bunlarla bir ilgisi yok. Ağzından çıkan kelimelerin hangi dilde olduğunun hiç bir önemi yok. İmam Malik (RA), namazın kabul olması için namaz süresince Allah’ın huzurunda olduğu bilincinde olunmasının namazın bir şartı olduğunu söylüyor. Ebu Hanife (Allah ondan razı olsun) ise namazda bir an olsun huzurda bulunduğunu hissetmen gerekir diyor. Yani namazın hangi dilde kılındığından çok hangi hislerle kılındığıymış önemli olan, öyle mi hocam? Peki bu yaraya merheminiz var mıdır? Neden ibadetleri severek yapmıyoruz da, sıkıntıyla yapıyoruz. Eksik olan nedir? Zamanında dizinin dibinde oturduğunuz Hacı Ahmed Kayhan dede gibi mi ibadet edelim, Yaşar Nuri gibi mi? Hayır bir Yaşar Nuri takıntım yok Allah’a şükür ama Yaşar Nuri stili din konusunda hassasım. Modernleşme ile birlikte herhalde bir aşağılık kompleksiyle dinde reform çabaları baş gösterdi. Fikri hayata canlılık getirmek, ayetleri, hadisleri günümüz şartlarında anlamaya çalışmak çabası takdire değer. Ama işin çivisi çıkmış durumda. Ortalık mucizeleri bilimle açıklamaya çalışanlardan tut, Kur’an’da matematiksel işlemlerle (o da dört işlem, Allah haşa dört işlemden başka bilmiyor gibi) mucize arayanlara, evrenin sırrını çözdüğünü iddia edenlerle, bize yakin geldi artık ibadet etmemize gerek yok diyenlere modernist Kur’an yorumcularıyla doldu taştı. Bunlar pozitivist eğitimle büyümüş insanlar için bir süre cazip gelebilir, ama din ne matematiktir, ne fizik, kimya, biyolojidir, ne de Allah, kendisinin ispat edilmesine ihtiyaç duymaktadır.

Geleneksel din’in de uygulamada yanlışları çoktu ama en azından samimiyet, muhabbet, teslimiyet vardı. Ben bu ilahiyat profesörlerinden de, onların icatlarından da çok sıkıldım. Aile toplantılarında din meselelerinin ortaya atılıp tartışılmasından da ikrah ettim. İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi:

“Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir"

Avangard Sufilik / Dücane Cündioğlu


Hallerinden memnun olduklarında bütün insanlar biraz edebsiz görünürler. Sevinçlerini fazlaca belli ettiklerinde... gürültü çıkardıklarında... tebessümle yetinmeyip kahkaha attıklarında meselâ... Yaşamın yükünden hiç pay almamışcasına... Yaşamın yükünden, yani hüzünden... Ne de yıkılmaz görünürler o haldeyken... güçlü ve dayanıklı... muktedir... VE mütehakkim... Asâsına dayanan Süleyman gibi... Yeryüzünün tüm zenginliklerine mâlikmiş gibi... Şaşmamalı, hem de demokrasi çağında, bir melikmiş gibi...


* * *

Bir kurtçuk...

Evet evet, bir kurtçuk son verir muhteşem Süleyman'ın ihtişamına. Asasını için için kemiren bir kurtçuk... bir güve... Bir anda yok eder dayanağını, yüzü yüzünü öper yerin... Kibrinden eser kalmaz. Ne büyüklük, ne de büyüklenmek... Bütün büyükler 'En Büyük'ün huzurundadır. Hakkın. Hakikatin. Herkes kendi hakkını alır. Her ruh kendi hakikatini görür. Ne ki alır, hakkınca alır; ne ki görür, hakikatince görür.

* * *

Çağdaş dindarlık, peygamberinin hayatını ikiye ayırır: 1) Mekke dönemi, 2) Medine dönemi... İlkinde davet var, mücadele var, karşılığında işkence ve en nihayet hicret var...

İkincisinde öncelikle nizam ve intizam var, çünkü güç ve iktidar var, karşılığındaysa fetih ve nusret var... Zafer yani.

Derken veda var. Vahyin kesilişi, nübüvvet ve risaletin sona erişi var. Göğün susuşu. Meleklerin. Rahmet kesilince, maide ehli birbirlerine kılıç çekerler. Kur'an'ın talebeleri... Peygamberin arkadaşları... Savaş iktidar savaşıdır. İmamet ve hilafet savaşı. Yüzyıllar sürer. Nizam ve intizam yılları... Bazıları savaşır, bazıları yakarır, bazılarıysa düşünür. Hep birlikte dünyalar kurarlar, dünyalar yıkarlar. Devletler ve servetler... Sultanlar... âlimler... ve dervişler...

* * *

Ne garip değil mi, rüşeym dönemi unutulur. Hira. Oysa hakikatin zuhurunda bir de Hira dönemi vardır. Sevgiliyle ilk karşılaşılan an... ilk rüyet... ilk ses... ilk dehşet... Uçurumların kenarında şifa arayan bir kalp... Sermayesi hüzün olan bir adam... bir boşluğun tam da ortasında... öylece... yolunu şaşırmış bir hâlde... kitap nedir, iman nedir bilmeyen bir zekâ... Elinde ızdırabından başka nesi vardır? Izdırabıdan, yani kendinden... Cebriyle tanışır bu yüzden Hakkın! Seçilir. Mağarayı terketmesi söylenir kendisine. Hemen inzivadan çıkması istenir.

Halkın aşağılamalarına katlanması gerekir; siyahlara bürünmesi... kara kara ölmesi... Hakkın cebriyle tanışmanın bedelidir bu! Cebrail'i görmenin... Ne yapsın, daha ilk adımında uçurumlardan aşağıya bırakmak ister kendisini... yeniden boşluğa... karanlıklara... Büzüldükçe büzülür... tir tir titrer... üşür... Meryem gibi, o da "Niçin ben?" der, "Niçin?" Azrail yükünü alır kulların, Cebrail'se yeni yükler yükler biteviye... Vilâdet kaçınılmazdır; birinden kelimetullah sadır olur, birinden kelâmullah!


* * *

Çağdaş dindarlık ya Mekke'yi örnek aldı, ya da Medine'yi... Hira hep ufkunun dışında kaldı. Hira... keşf u ıttıla'nın yurdu. İbn Haldun'un deyişiyle, 'takva' ve 'istikamet' mücahedesiyle yetinildi; müşahede kimsenin kârı olmadı. Duymakla yetinildi yani, görmeyi isteyen pek çıkmadı. Çağdaş dindarlığın nazarında, Cebrail son vahyi getirmek suretiyle emekli olmuş görünüyor. Şu kadar asırdır âtıl. Bir kenarda. Sanki İsa gibi göğe çekilmiş, öylece beklemekte. Siyaset ve ticaret aracılığıyla güç ve iktidarın hayalini kurmak kolaylaştı. Üç büyük puta kulluk (taleb-i mal, taleb-i cah, taleb-i arayiş-i zahir) çağdaş dindarlığı karakterize etti. İsteyenler mal istedi, mülk istedi, güç istedi. İstenen hep buğdaydı, himmet değil.

Himmetten mahrumiyet keşf u ıttılâ'dan mahrumiyettir. Görmekten. Koklamaktan. Yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan. Eldeki mesnevîler nedense on-onbir asırlık... fütuhatlar da, sunuhatlar da öyle. Herkes duyduğunu aktarıyor, gören yok. Hani beni rabbim terbiye etti diyecek yaşlı? Nerede o Hızır'ın elini tuttuğunu söyleyecek genç? Kadınlar ve erkekler... denizin yarıldığını görenler kim? Kim ikinin ikincisi? Kim o yalnız başına sahile terkedilen?

* * *

Baksana hâline ey talib, ne kadar acınacak durumdasın! Kendini koynuna bırakacağın uçurumlardan bile mahrumsun. Elin kolun bağlı. Bilincin. Belleğin. Başkalarına muhtaçsın, sana kim olduğunu hatırlatacak başkalarına... her halukârda insana... Senin Hira'n dağın zirvesinde değil ey talib, uçurumun dibinde. Çarşıda. Putperestler meclisinde. Kalabalıkların arasında. Keşf u ıttıla mı istiyorsun, duymakla olmaz bir de göreyim mi diyorsun, önce Cebrail'i çağırmak zorundasın, Hakkın cebrini... Bu çağa... çağına...

Tenezzül etmeli ki yanına inmeli, mağarana gelmeli. Lâkin önce seni yalnız bulmalı. Yalnız ve kimsesiz ve çaresiz. Hira'da kalabalıklara yer yok ey talib, mağaranda tek başına kalmalısın! Unutma, Cebrail'den önce ferdiyetin hakkını vermelisin! Hürriyetin.

Fakirlik Korkusu / Rasim Özdenören

Vermek, vermek, vermek... İslam'ın temel şiarı verme üzerine bina edilmiştir, desek yeridir.


İslam'da sevgi bir verme yönelişinden ibarettir.

İbadetlerin tümü verme eylemine istinat eder.

Namaz bir verme eylemidir: gönlün Allah'a verilmesi, rapt edilmesi... Nefsin Allah'a sunulması...

Oruç, bedenin kendinde borcunun Allah'a sunulması ya da adanması...

Zekât, malın kendinde borcunun başkalarıyla paylaşılması ya da onlara ödenmesi...

Hac, Allah'ın mekânına yönelmek üzere arızî mekânın terk edilmesi...

Bütün bu verme, terk etme sürecinin temel saikı Allah'ın rızasını kazanmaya matuf bir eylemin gerçekleştirilmesine yöneliktir...

Allah'ın rızası ise muhtevası som hasbîlik olan bir eylemdir...

Sevginin de son tahlilde vermeye dönük bir eylem olduğu düşünülürse, veren elin alan elden üstün olduğunu beyan eden Allah Resulünün bu beyanıyla sevgi önerisinde bulunduğunu çıkartabiliriz.

Böyle olmasına rağmen insan acaba vermekten niçin korkar?

Bunun nedeni, verdiğini düşündüğü şey her ne ise, mal, mülk, sevgi, bilgi, tecrübe –her ne ise- onun geri dönüşsüz olarak elinden çıktığı, çıkmış olduğu kaygısı olmalı...

Verdiği takdirde fakirleşeceğinden kaygılanması...

Oysa tedavüle sürülen her birim değer toplum kanalından bireye çoğalarak dönecektir... O değerin her bağımsız birey tarafından kullanılması onun katlanarak geriye dönüşünün yolunu açmaktadır. Birey, bir başına bu zenginliği fark etmeyebilir. Ancak o fark etmese de, durum, derya içindeki balığın halinden farklı değildir.
Kutsi Hadis sanırım tam da bu durumda olanlara sesleniyor: "Ey insanoğlu! Fakirlik korkusu ile takvayı nasıl umarsın?" (40 Kudsi Hadis, A. Fikri Yavuz, 3. bas. İst. 1976, s.59).


Takvanın bir anlamı Allah korkusu ise, diğer anlamı da istenenden daha fazlasını eda etmektir. Fakirlik korkusu ise, sahip olduğu maddî veya manevî değerin dönüşsüz olarak elinden çıkma endişesidir. O değer elden çıkacak ve bir daha geri dönmeyecek...

Kutsi Hadis'te sözü edilen insan böylesi bir açmazın içinde duruyor: hem vermekten sakınıyor, hem takva umuyor; fakat bir yandan da zenginliğinin yitirilmemesini bekliyor... Yani kendisi orada öööyle bekleyecek, takva kuşu da mucizevî bir devinimle onun başına konacak. İnsanın, böyle birine alan da kaçan mı diyesi geliyor...

Nekeslik daraltır...

Bonkörlük çoğaltır...

Bu kadar basit...

Palazlanmış Kibir, Kemikleşmiş Cehalet / Gökhan Özcan

Dinî hükümlerin, her konuda kendince bir mantık kurarak fikir yürütmeye alışkın günümüz insanının malzemesi kılınmasına elbette itiraz ediyoruz, etmeliyiz. Çünkü yürütülen o fikirlerin, bırakınız ilahi olanı, dünyevi olanı kavramakta bile kendine yeterliği yoktur. Bunu nereden anlıyoruz? Bunu toplumumuzu oluşturan bireylerin kendilerine sorulan her soruya, uzatılan her mikrofona, kayıtta olan her kameraya konu ayırt etmeden kanaat yumurtlamasından anlıyoruz.


Maalesef sınırlarını bilmeyen, kifayetsizlikleriyle yüzleşmeyen ve kendini sorgulamayan insanlar haline getirdiler bizi. Hayatı kendi zihninde ürettiği fikirlerle anlayabileceğini, kavrayabileceğini, bunun için herhangi bir birikime ihtiyacı olmadığını düşünen kifayetsiz muhteris tipler olduk hepimiz. Kendinizi sessizce takibe alın, birileriyle konuşurken, açılan herhangi bir konuda nasıl da hikmetler yumurtlamaya başlayıverdiğinizi görecek, kendinizi o nedensiz ve zeminsiz pürkanaat ahvali içinde kıskıvrak yakalayıvereceksiniz. Vakıa bu, kendine yalan söylemeye en azından küçük bir mola verebilenler bunu görecektir.

Bu kurumsallaşmış kibirli cehalet hali, elbette kişiliklerimizdeki bir bozulmanın tezahürüdür. Farkında olmadan kılık kıyafetine bürünüvermiş olduğumuz modernliklerin örneklerinden biridir. Başlangıçta bir âlem tasavvurumuz vardı; bizler o âlemdeki her şeyi yaratan, eşi benzeri olmayan, evveli ve ahiri olmayan, her şeye kâdir olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a (c.c.) teslim olan kullar idik. Sonra bu ahenkli bütünün bir parçası olmanın bireyselliğimize aykırı bir şey olduğuna inandırdılar yavaş yavaş bizi. Birey olmaya doğru çabaladıkça ahengimizi yitirdik. Her şeyi kendimiz üzerinden, kendi bilincimiz, kendi isteklerimiz ve ihtiraslarımız, yeni kendi sınırlarımız içinden görmeye, kavramaya, anlamlandırmaya başladık.

Oysa bu yönelim bizi âlemşümul bir genişlikle dünyaya bakma imkânından koparıyor, kendimize kilitliyor, görüşümüzü, kavrayışımızı ve algımızı kendimiz kadar bırakıyor, daraltıyordu. Çünkü insan bireyselleştikçe gelişmiyor, ulvi olanla tarif edilmekten, kendi sınırlarıyla sınırlı bir dünyaya doğru geriliyor, zayıflıyor ve kısırlaşıyordu. Bu onu çok daha kolay tarif edilebilir, kodlanabilir, güdülenebilir hale getirdi.

Her zihinsel ve duygusal tuzağa çekilebilir hale getirdi. Allah'a teslim olmayı ve kulluk etmeyi bireyselliklerini yaşamanın önünde bir engel gibi gören bu oyuncak benliklerin, hâlâ sosyo-psikolojik bir ihtiyaç gibi görünen dini kendi arzu ve isteklerine göre yeniden tarif etme, anlama, yorumlama cüretini göstermeleri de gecikmedi.


Teslim olacakları, kul olacakları bir din istemiyordu artık insanlar; kullanıp atabilecekleri, eğip bükebilecekleri, kendi istedikleri kılık kıyafeti giydirebilecekleri bir din istiyorlardı. Yani Tanrısı olabilecekleri bir din!

Bu sert ve her haliyle kabataslak diyebileceğimiz tabloyu, sinsice kimliklerimize sızan ve yerleşik bir hal almaya başlayan teslimiyet arızalarını daha görünür kılabilmek uğruna çizdim. Durumumuzun tam olarak böyle olmadığını söyleyenler olursa bunu anlayışla karşılarım. Ancak buna hiç benzemediğini söyleyenlere de itibar etmem.

Toplumumuzun, medyamızın, kamuoyumuzun tamamen değilse bile büyükçe bir kısmı, hemen her dini konuyu bireyden çıkarak, yani heva ve hevesiyle malul olan 'insan'dan çıkarak açıklamaya, dünyevi bir zemine oturtmaya, bütün anlam ve önemiyle dünyaya sıkıştırmaya çalışıyor. Bu gidişat bizi sığlaştıracak, kısırlaştıracak, tek boyutlu kılacak bir gidişat... Biz uhrevi olanla ilişkimiz kesildiğinde pürnefis kalırız ki, Allah (c.c.) bizi bizden korusun, tek bir an dahi nefsimizle baş başa bırakmasın.

-Kırkambar-

Lütfen Dikkat!



* Başka insanların yanında çocuklarınızın kusurlarını değil iyiliklerini söyleyin. Bu onları daha çok mutlu eder ve size saygı duyarlar.

* İnsanların gizlemeye çalıştıkları kusurlarını araştırmayın.

* Zamanınızı iyi ve doğru değerlendirin. Boş zaman diye bir zaman parçası yoktur unutmayın ve bu sözü kullanmayın.

* Kendinize ve ailenize zaman ayırın. Mutlu olduğunuzu hissettirin. Asla ertelemeyin






Bunları Biliyor Musunuz?

Zürafaların, 35 cm uzunlukta siyah bir dile sahip olduklarını,

Salyangozların 25.000 civarında dişleri olduğunu,

Timsahların daha derine batabilmek için taş yuttuklarını,

Hastalanmayan tek hayvanın köpek balığı olduğunu,

Penguenlerin, yüzebilen fakat uçamayan tek kuş olduğunu,

Atların bir ay kadar ayakta kalabildiklerini,

Bir karıncanın, kendi ağırlığının 50 katı kadar olan bir ağırlığı kaldırabildiklerini,

Bir pirenin, kendi büyüklüğünün 150 katı kadar yüksekliğe zıplayabildiğini

Karıncaların yuvalarını çeneleriyle kazdıklarını,

Karıncaların, beslenme odaları, bakım odaları,gıdalarını depoladıkları odalar ve kendilerini her türlü dış etkilerden koruyan tuzaklar hazırladıklarını,

Dünyanın en hızlı hayvanı Çita olduğunu ve hızının saatte 112 km’ye kadar ulaştığını,

Dünyanın en hızlı kuşunun Boğazlı Kırlangıçlar olduğunu,

Boğazlı kırlangıçların uçmaya başladıkları andan itibaren hızlarının 3 saniye içinde 128 km/h’e ulaştığını, biliyor musunuz?



Ne? Neden? Nasıl? Niçin?


İnsan kulağının algılayabileceği en düşük ses şiddeti işitme eşiğidir. Birçok insanın duyabildiği en düşük ses düzeyi olan işitme eşiği sıfır desibel olarak kabul edilir. Sıfır desibel sessizlik değil işitilmeyecek kadar düşük ses şiddetidir. Fısıltı yaklaşık 20 – 30 dB şiddetindedir ve zor işitilir. Uluslararası Standartlar Örgütünün ortaya koyduğu rahatsızlık duyma noktasının başlangıcı yaklaşık 60 dB’dir. 70 desibel ve üzeri sesler gürültü sınırına ulaşır. Normal bir konuşma şiddeti olan 60 dB’in üstü insana rahatsızlık verir. Kulağımızın yanında patlayan bir balon veya havalanan bir jet uçağının ses şiddeti yaklaşık 160 dB’i bulur. Bu da gürültü sınırının bir hayli üstündedir. Bu yüzden, ses düzeyi 60 dB’den büyük olan ortamlarda uzun süre kalındığında işitme sorunları ile karşılaşılabilir. 120 dB’lik bir ses, duyma organımız olan kulaklarımızda hasara neden olabilir. Böyle bir ses, 30 dB’lik bir gazete hışırtısınınyaklaşık 1 milyar katıdır.


İnsanlar 20 Hz ile 20 000 Hz frekans değerleri arasındaki sesleri duyabilir. Çok küçük ve çok büyük frekanslı sesleri duyamazlar. İnsan kulağının işitemeyeceği kadar yüksek frekanslı ses dalgalarına ultrason dalgaları denir. Ultrason dalgaları adı verilen ses dalgaları, frekansları 20 000 Hz-150 000 Hz arasında olan ve işitilemeyen seslerdir. İnsan kulağının işitemediği birtakım sesleri, duyma bandı daha geniş olan bazı hayvanlar rahatlıkla duyabilir. Örneğin yunuslar 150 000 Hz, köpekler 35 000 Hz frekans değerinde ultrasonu duyabilirler.