30 Ekim, 2011

Palazlanmış Kibir, Kemikleşmiş Cehalet / Gökhan Özcan

Dinî hükümlerin, her konuda kendince bir mantık kurarak fikir yürütmeye alışkın günümüz insanının malzemesi kılınmasına elbette itiraz ediyoruz, etmeliyiz. Çünkü yürütülen o fikirlerin, bırakınız ilahi olanı, dünyevi olanı kavramakta bile kendine yeterliği yoktur. Bunu nereden anlıyoruz? Bunu toplumumuzu oluşturan bireylerin kendilerine sorulan her soruya, uzatılan her mikrofona, kayıtta olan her kameraya konu ayırt etmeden kanaat yumurtlamasından anlıyoruz.


Maalesef sınırlarını bilmeyen, kifayetsizlikleriyle yüzleşmeyen ve kendini sorgulamayan insanlar haline getirdiler bizi. Hayatı kendi zihninde ürettiği fikirlerle anlayabileceğini, kavrayabileceğini, bunun için herhangi bir birikime ihtiyacı olmadığını düşünen kifayetsiz muhteris tipler olduk hepimiz. Kendinizi sessizce takibe alın, birileriyle konuşurken, açılan herhangi bir konuda nasıl da hikmetler yumurtlamaya başlayıverdiğinizi görecek, kendinizi o nedensiz ve zeminsiz pürkanaat ahvali içinde kıskıvrak yakalayıvereceksiniz. Vakıa bu, kendine yalan söylemeye en azından küçük bir mola verebilenler bunu görecektir.

Bu kurumsallaşmış kibirli cehalet hali, elbette kişiliklerimizdeki bir bozulmanın tezahürüdür. Farkında olmadan kılık kıyafetine bürünüvermiş olduğumuz modernliklerin örneklerinden biridir. Başlangıçta bir âlem tasavvurumuz vardı; bizler o âlemdeki her şeyi yaratan, eşi benzeri olmayan, evveli ve ahiri olmayan, her şeye kâdir olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a (c.c.) teslim olan kullar idik. Sonra bu ahenkli bütünün bir parçası olmanın bireyselliğimize aykırı bir şey olduğuna inandırdılar yavaş yavaş bizi. Birey olmaya doğru çabaladıkça ahengimizi yitirdik. Her şeyi kendimiz üzerinden, kendi bilincimiz, kendi isteklerimiz ve ihtiraslarımız, yeni kendi sınırlarımız içinden görmeye, kavramaya, anlamlandırmaya başladık.

Oysa bu yönelim bizi âlemşümul bir genişlikle dünyaya bakma imkânından koparıyor, kendimize kilitliyor, görüşümüzü, kavrayışımızı ve algımızı kendimiz kadar bırakıyor, daraltıyordu. Çünkü insan bireyselleştikçe gelişmiyor, ulvi olanla tarif edilmekten, kendi sınırlarıyla sınırlı bir dünyaya doğru geriliyor, zayıflıyor ve kısırlaşıyordu. Bu onu çok daha kolay tarif edilebilir, kodlanabilir, güdülenebilir hale getirdi.

Her zihinsel ve duygusal tuzağa çekilebilir hale getirdi. Allah'a teslim olmayı ve kulluk etmeyi bireyselliklerini yaşamanın önünde bir engel gibi gören bu oyuncak benliklerin, hâlâ sosyo-psikolojik bir ihtiyaç gibi görünen dini kendi arzu ve isteklerine göre yeniden tarif etme, anlama, yorumlama cüretini göstermeleri de gecikmedi.


Teslim olacakları, kul olacakları bir din istemiyordu artık insanlar; kullanıp atabilecekleri, eğip bükebilecekleri, kendi istedikleri kılık kıyafeti giydirebilecekleri bir din istiyorlardı. Yani Tanrısı olabilecekleri bir din!

Bu sert ve her haliyle kabataslak diyebileceğimiz tabloyu, sinsice kimliklerimize sızan ve yerleşik bir hal almaya başlayan teslimiyet arızalarını daha görünür kılabilmek uğruna çizdim. Durumumuzun tam olarak böyle olmadığını söyleyenler olursa bunu anlayışla karşılarım. Ancak buna hiç benzemediğini söyleyenlere de itibar etmem.

Toplumumuzun, medyamızın, kamuoyumuzun tamamen değilse bile büyükçe bir kısmı, hemen her dini konuyu bireyden çıkarak, yani heva ve hevesiyle malul olan 'insan'dan çıkarak açıklamaya, dünyevi bir zemine oturtmaya, bütün anlam ve önemiyle dünyaya sıkıştırmaya çalışıyor. Bu gidişat bizi sığlaştıracak, kısırlaştıracak, tek boyutlu kılacak bir gidişat... Biz uhrevi olanla ilişkimiz kesildiğinde pürnefis kalırız ki, Allah (c.c.) bizi bizden korusun, tek bir an dahi nefsimizle baş başa bırakmasın.

Hiç yorum yok: