30 Ekim, 2011

Geç Kaldım Biliyorum

“Saçılan ebemkuşağıdır dolanır bir asi kızın parmağına"


sonra

- Biliyor musun? bazen, gökkuşağını görmek adına, ıslanmayı göze alsan bile onu yinede göremeyebilirsin! dedi.

- .......

- Ne acı değil mi?

Editorden

"sustum!

sen hakkımda
kötü zanda bulunurken,
yaşananları yanlış ve
kendi açından yorumlarken,

sustum!

bilmiyordun, ki susuşum
yalnız O'nun içindi...

sustum! keşke bilseydin.

sürekli konuşmak;
sıkan, daraltan bir karabasanın içinde boğulmak!
tek kelime cevap vermeden susmak;
açan, genişleyen bir ruhun içinde huzur duymak!
bunun için sustum!

keşke bilseydin."



<><><><><><><>




Derviş ve Aşk


Dervişin biri, bir kucak elmayla yanından geçen kıza; "Nereye gidiyorsun?” diye sormuş.

Kız ilerde ki tarlayı göstererek:

"Sevdiğim çalışıyor şu tarlada. O’na gidiyorum” diye cevaplamış.

Derviş:

“O kucağına ne doldurdun?" diye sormuş.

Genç Kız; “Sevdiğime elma götürüyorum" diye cevaplandırmış.

Derviş: "Kaç tane elma var elinde?" diye sormuş.

Kız gayet sakin:

"İnsan, sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?" demiş.

Bu cevap karşısında neye uğradığını şaşıran derviş, elindeki tespihi yavaşça kopartmış.




Sevgili okurlarım, siz hesabınızı tuttunuz mu bilmem ama ben kaç zamandır ayrı olduğumuzu çok iyi biliyor ve bu ayrılıktan dolayı kendime kızıyorum. Yazmak benim için uzun zamandır girmediğim bir oda gibi. Orada neyle karşılaşacağımı bilmiyorum, unuttum herşeyi. Sonra, yazdıklarımı ya da okuyup beğendiklerimi paylaşmak da arayı açınca zorlaştı sanki. Bundan sonra arayı açmayacağımı umuyorum.

Pardon! / Gökhan Özcan

Pardon, ben sizi hep mazideki halinizle hatırlıyorum, güncellemede bir sorun mu var?


Pardon, konuşurken konudan konuya sıçrıyorsam kusuruma bakmayın, benim zihnimi ara sıra hıçkırık tutuyor!

Pardon, ben bu noktada ne demek istediğinizi anladım, konuşmanızın devamını dinlemek zorunda mıyım?

Pardon, etinizi az pişmiş mi alırsınız yoksa çok pişmiş mi? Kararınızı bir an önce vermezseniz ilki için çok geç olacak!

Pardon, diş macunlarını tüpüne geri sokmakta üstüme yoktur, yetenek yarışmanıza ben de katılabilir miyim?

Pardon, ceketimin iç cebinde olması gereken cüzdan şu anda sizin elinizde... Cüzdanımı hemen bana geri vermezseniz çıkarıp ceketimi size vereceğim, haberiniz olsun!

Pardon, benim itfaiyeciye değil polise ihtiyacım var hanımefendi! Çünkü evimi soymakta olan aksi herif, soygunu bırakıp yangın çıkarmaya kesinlikle yanaşmıyor!

Pardon, bu bombanın pimi elimde kaldı, garantisi var mıydı, yoksa ödemem mi gerekiyor?

Pardon, şu görmüş olduğunuz yerle bir olmuş zücaciye dükkânı bana ait, peki şu pis pis sırıtan koca popolu fil sizin mi?

Pardon, ne demek yüz gerdirme esnasında doktoru hapşırık tuttu, ben bu çarşamba pazarı gibi yüzle mi dolaşacağım yani!

Pardon, size dokunduğumda bütün vücudum derinden sarsılıyor sanıyordum, meğer tramvayda elektrik kaçağı varmış!

Pardon, ya sizin söylediğiniz her söz bana çok dokunuyor ya da sizi dinlemeye dalıp yemeği fazla kaçırıyorum!

Pardon, size aşkımı ifade edecek kelimeleri ancak Flemenkçe'de bulabildim. Sözlük mü istersiniz, yoksa çevirmen mi bulayım!

Pardon, konuşurken gözleriniz hep uzak bir noktaya dalıp gidiyor, ben de sazan gibi iki de bir dönüp elin noktasına bakmak zorunda kalıyorum!

Organik Dinimi Geri İstiyorum / Ekrem senai

Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur” diye ortaya çıkabilir. İslam kolaylık dinidir diye kuşa çevirdiler hükümleri. Bir ara şişe dibi gözlüklü karikatürlerden fırlamış bir tip çıkartırlardı. Hayreddin Karaman, kendisi için “dört beyazdan kaçının, şeker, tuz, un, Zekeriya” demişti. Adam, kurbanı horoza kadar indirmişti; kadınlara da büyük kolaylık sağlamış göğüsler fora bir şekilde namaz kılmalarına cevaz vermişti. Otel odasında porno izlediği belgelenince de “ben ibret için baktıydım, vah vah ettim o kızları görünce…” demişti. Herkesin nefsi, zaafları vardır. Ama bütün dinler bu zaaflarla mücadele edip arınmayı hedeflemez mi? Yani din konusunda bir profesörlük söz konusu ise -ki bu çok saçma- bunun kriteri emirlere uymak ve yasaklardan kaçmak konusundaki hassasiyet olmalı herhalde. Rahmetli dedemin hiç ilmi yoktu, Allah’ın buyruklarını hiç sorgulamazdı; ama (herhalde bu yüzden) tertemiz bir kalbi vardı, onun seher vakti döktüğü göz yaşlarıydı benim idealimdeki din. Hiç kendi kitaplarını referans göstermemişti, zaten ne bir kitabı ne de reytingi vardı, Allah adına konuşup helalleri, haramları eğip bükmezdi, din onun haliydi, hayatıydı, oturuşu, kalkışı, nezaketi, selamı, tebessümüydü, şefkatiydi. İyi ki dedem bir ilahiyat profesörü değilmiş diyorum kendime, yoksa büyük ihtimalle ateist olurdum.


Bir başka profesör çıkmış her şeyi şirk ilan ediyor. “Dini müzik şirktir, camide peygamberimizin ismi, halifelerin isimleri olması şirktir, şefaat istemek şirktir, türbe ziyareti şirktir, şu şirktir, bu şirktir…” Zaten bir avuç dindar Müslüman var, onları da müşrik yapıp cehenneme gönderdin mi, cennet kontenjanı ilahiyatçılara kalıyor. Din, muhabbetle yaşanan bir şey, o muhabbet eksik olunca bildikleri insanın egosuna hizmet etmeye başlıyor. Kendi dışındakileri cahiller ve gafiller olarak görmeye başlıyor. Alim dediğin insanın toplumun sıkıntılarına çözüm getiren bir insan olması gerekir. Sorun çözmek yerine ortaya yeni sorunlar getiren bir insana alim denilmez. 1400 yıldır kelam, fıkıh, tefsir, hadis, tasavvuf ilimlerinin geldiği bir yer var. Yüzlerce yıl tartışılan sorunları yeniden ısıtıp kendi fikriymiş gibi ortaya dökmenin ne alemi var? İslam’da musiki üzerine yazılmış belki bin cilt eser var. İnsanın derdi reyting almak, egosunu tatmin etmek değilse zaten böyle tartışmalara girmez.

Bir diğeri çıkmış ısrarla ibadet dilinin Türkçe olması gerektiğini savunuyor. Bu konuda Fatiha’ya mahsus fetvasının hatırına yıllardır yerin dibine batırdıkları Ebu Hanife’ye (RA) kıymet vermeye başladılar.
Murat Bardakçı’nın “böyle adına kitaplar yazdığın kişiyle ilgili Neyzen’in bir şiirini istemiştin benden, bana yaz ver demiştin hani, açıklayım mı?” diye bahsettiği şiir nasıl bir şeydi bilmiyorum tabi ama Nuri’nin alnındaki soğuk terlerden içeriği anlaşılıyordu.


Yine Bardakçı “sen Türkçe mi kılıyorsun namazını?” diye sorduğunda “karıştırma benim namazımı” demişti. Nedir hocam bu Türkçe ibadet aşkı? Millet namaz kılmak için yanıp tutuşuyor da bir Arapçasını öğrenemediği için mi kılmıyor? Veya namazda Türkçe okuyunca ayetleri daha fazla bir huşu mu duyuyorsun, vallahi ben denedim huzurun, huşunun bunlarla bir ilgisi yok. Ağzından çıkan kelimelerin hangi dilde olduğunun hiç bir önemi yok. İmam Malik (RA), namazın kabul olması için namaz süresince Allah’ın huzurunda olduğu bilincinde olunmasının namazın bir şartı olduğunu söylüyor. Ebu Hanife (Allah ondan razı olsun) ise namazda bir an olsun huzurda bulunduğunu hissetmen gerekir diyor. Yani namazın hangi dilde kılındığından çok hangi hislerle kılındığıymış önemli olan, öyle mi hocam? Peki bu yaraya merheminiz var mıdır? Neden ibadetleri severek yapmıyoruz da, sıkıntıyla yapıyoruz. Eksik olan nedir? Zamanında dizinin dibinde oturduğunuz Hacı Ahmed Kayhan dede gibi mi ibadet edelim, Yaşar Nuri gibi mi? Hayır bir Yaşar Nuri takıntım yok Allah’a şükür ama Yaşar Nuri stili din konusunda hassasım. Modernleşme ile birlikte herhalde bir aşağılık kompleksiyle dinde reform çabaları baş gösterdi. Fikri hayata canlılık getirmek, ayetleri, hadisleri günümüz şartlarında anlamaya çalışmak çabası takdire değer. Ama işin çivisi çıkmış durumda. Ortalık mucizeleri bilimle açıklamaya çalışanlardan tut, Kur’an’da matematiksel işlemlerle (o da dört işlem, Allah haşa dört işlemden başka bilmiyor gibi) mucize arayanlara, evrenin sırrını çözdüğünü iddia edenlerle, bize yakin geldi artık ibadet etmemize gerek yok diyenlere modernist Kur’an yorumcularıyla doldu taştı. Bunlar pozitivist eğitimle büyümüş insanlar için bir süre cazip gelebilir, ama din ne matematiktir, ne fizik, kimya, biyolojidir, ne de Allah, kendisinin ispat edilmesine ihtiyaç duymaktadır.

Geleneksel din’in de uygulamada yanlışları çoktu ama en azından samimiyet, muhabbet, teslimiyet vardı. Ben bu ilahiyat profesörlerinden de, onların icatlarından da çok sıkıldım. Aile toplantılarında din meselelerinin ortaya atılıp tartışılmasından da ikrah ettim. İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi:

“Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir"

Avangard Sufilik / Dücane Cündioğlu


Hallerinden memnun olduklarında bütün insanlar biraz edebsiz görünürler. Sevinçlerini fazlaca belli ettiklerinde... gürültü çıkardıklarında... tebessümle yetinmeyip kahkaha attıklarında meselâ... Yaşamın yükünden hiç pay almamışcasına... Yaşamın yükünden, yani hüzünden... Ne de yıkılmaz görünürler o haldeyken... güçlü ve dayanıklı... muktedir... VE mütehakkim... Asâsına dayanan Süleyman gibi... Yeryüzünün tüm zenginliklerine mâlikmiş gibi... Şaşmamalı, hem de demokrasi çağında, bir melikmiş gibi...


* * *

Bir kurtçuk...

Evet evet, bir kurtçuk son verir muhteşem Süleyman'ın ihtişamına. Asasını için için kemiren bir kurtçuk... bir güve... Bir anda yok eder dayanağını, yüzü yüzünü öper yerin... Kibrinden eser kalmaz. Ne büyüklük, ne de büyüklenmek... Bütün büyükler 'En Büyük'ün huzurundadır. Hakkın. Hakikatin. Herkes kendi hakkını alır. Her ruh kendi hakikatini görür. Ne ki alır, hakkınca alır; ne ki görür, hakikatince görür.

* * *

Çağdaş dindarlık, peygamberinin hayatını ikiye ayırır: 1) Mekke dönemi, 2) Medine dönemi... İlkinde davet var, mücadele var, karşılığında işkence ve en nihayet hicret var...

İkincisinde öncelikle nizam ve intizam var, çünkü güç ve iktidar var, karşılığındaysa fetih ve nusret var... Zafer yani.

Derken veda var. Vahyin kesilişi, nübüvvet ve risaletin sona erişi var. Göğün susuşu. Meleklerin. Rahmet kesilince, maide ehli birbirlerine kılıç çekerler. Kur'an'ın talebeleri... Peygamberin arkadaşları... Savaş iktidar savaşıdır. İmamet ve hilafet savaşı. Yüzyıllar sürer. Nizam ve intizam yılları... Bazıları savaşır, bazıları yakarır, bazılarıysa düşünür. Hep birlikte dünyalar kurarlar, dünyalar yıkarlar. Devletler ve servetler... Sultanlar... âlimler... ve dervişler...

* * *

Ne garip değil mi, rüşeym dönemi unutulur. Hira. Oysa hakikatin zuhurunda bir de Hira dönemi vardır. Sevgiliyle ilk karşılaşılan an... ilk rüyet... ilk ses... ilk dehşet... Uçurumların kenarında şifa arayan bir kalp... Sermayesi hüzün olan bir adam... bir boşluğun tam da ortasında... öylece... yolunu şaşırmış bir hâlde... kitap nedir, iman nedir bilmeyen bir zekâ... Elinde ızdırabından başka nesi vardır? Izdırabıdan, yani kendinden... Cebriyle tanışır bu yüzden Hakkın! Seçilir. Mağarayı terketmesi söylenir kendisine. Hemen inzivadan çıkması istenir.

Halkın aşağılamalarına katlanması gerekir; siyahlara bürünmesi... kara kara ölmesi... Hakkın cebriyle tanışmanın bedelidir bu! Cebrail'i görmenin... Ne yapsın, daha ilk adımında uçurumlardan aşağıya bırakmak ister kendisini... yeniden boşluğa... karanlıklara... Büzüldükçe büzülür... tir tir titrer... üşür... Meryem gibi, o da "Niçin ben?" der, "Niçin?" Azrail yükünü alır kulların, Cebrail'se yeni yükler yükler biteviye... Vilâdet kaçınılmazdır; birinden kelimetullah sadır olur, birinden kelâmullah!


* * *

Çağdaş dindarlık ya Mekke'yi örnek aldı, ya da Medine'yi... Hira hep ufkunun dışında kaldı. Hira... keşf u ıttıla'nın yurdu. İbn Haldun'un deyişiyle, 'takva' ve 'istikamet' mücahedesiyle yetinildi; müşahede kimsenin kârı olmadı. Duymakla yetinildi yani, görmeyi isteyen pek çıkmadı. Çağdaş dindarlığın nazarında, Cebrail son vahyi getirmek suretiyle emekli olmuş görünüyor. Şu kadar asırdır âtıl. Bir kenarda. Sanki İsa gibi göğe çekilmiş, öylece beklemekte. Siyaset ve ticaret aracılığıyla güç ve iktidarın hayalini kurmak kolaylaştı. Üç büyük puta kulluk (taleb-i mal, taleb-i cah, taleb-i arayiş-i zahir) çağdaş dindarlığı karakterize etti. İsteyenler mal istedi, mülk istedi, güç istedi. İstenen hep buğdaydı, himmet değil.

Himmetten mahrumiyet keşf u ıttılâ'dan mahrumiyettir. Görmekten. Koklamaktan. Yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan. Eldeki mesnevîler nedense on-onbir asırlık... fütuhatlar da, sunuhatlar da öyle. Herkes duyduğunu aktarıyor, gören yok. Hani beni rabbim terbiye etti diyecek yaşlı? Nerede o Hızır'ın elini tuttuğunu söyleyecek genç? Kadınlar ve erkekler... denizin yarıldığını görenler kim? Kim ikinin ikincisi? Kim o yalnız başına sahile terkedilen?

* * *

Baksana hâline ey talib, ne kadar acınacak durumdasın! Kendini koynuna bırakacağın uçurumlardan bile mahrumsun. Elin kolun bağlı. Bilincin. Belleğin. Başkalarına muhtaçsın, sana kim olduğunu hatırlatacak başkalarına... her halukârda insana... Senin Hira'n dağın zirvesinde değil ey talib, uçurumun dibinde. Çarşıda. Putperestler meclisinde. Kalabalıkların arasında. Keşf u ıttıla mı istiyorsun, duymakla olmaz bir de göreyim mi diyorsun, önce Cebrail'i çağırmak zorundasın, Hakkın cebrini... Bu çağa... çağına...

Tenezzül etmeli ki yanına inmeli, mağarana gelmeli. Lâkin önce seni yalnız bulmalı. Yalnız ve kimsesiz ve çaresiz. Hira'da kalabalıklara yer yok ey talib, mağaranda tek başına kalmalısın! Unutma, Cebrail'den önce ferdiyetin hakkını vermelisin! Hürriyetin.

Fakirlik Korkusu / Rasim Özdenören

Vermek, vermek, vermek... İslam'ın temel şiarı verme üzerine bina edilmiştir, desek yeridir.


İslam'da sevgi bir verme yönelişinden ibarettir.

İbadetlerin tümü verme eylemine istinat eder.

Namaz bir verme eylemidir: gönlün Allah'a verilmesi, rapt edilmesi... Nefsin Allah'a sunulması...

Oruç, bedenin kendinde borcunun Allah'a sunulması ya da adanması...

Zekât, malın kendinde borcunun başkalarıyla paylaşılması ya da onlara ödenmesi...

Hac, Allah'ın mekânına yönelmek üzere arızî mekânın terk edilmesi...

Bütün bu verme, terk etme sürecinin temel saikı Allah'ın rızasını kazanmaya matuf bir eylemin gerçekleştirilmesine yöneliktir...

Allah'ın rızası ise muhtevası som hasbîlik olan bir eylemdir...

Sevginin de son tahlilde vermeye dönük bir eylem olduğu düşünülürse, veren elin alan elden üstün olduğunu beyan eden Allah Resulünün bu beyanıyla sevgi önerisinde bulunduğunu çıkartabiliriz.

Böyle olmasına rağmen insan acaba vermekten niçin korkar?

Bunun nedeni, verdiğini düşündüğü şey her ne ise, mal, mülk, sevgi, bilgi, tecrübe –her ne ise- onun geri dönüşsüz olarak elinden çıktığı, çıkmış olduğu kaygısı olmalı...

Verdiği takdirde fakirleşeceğinden kaygılanması...

Oysa tedavüle sürülen her birim değer toplum kanalından bireye çoğalarak dönecektir... O değerin her bağımsız birey tarafından kullanılması onun katlanarak geriye dönüşünün yolunu açmaktadır. Birey, bir başına bu zenginliği fark etmeyebilir. Ancak o fark etmese de, durum, derya içindeki balığın halinden farklı değildir.
Kutsi Hadis sanırım tam da bu durumda olanlara sesleniyor: "Ey insanoğlu! Fakirlik korkusu ile takvayı nasıl umarsın?" (40 Kudsi Hadis, A. Fikri Yavuz, 3. bas. İst. 1976, s.59).


Takvanın bir anlamı Allah korkusu ise, diğer anlamı da istenenden daha fazlasını eda etmektir. Fakirlik korkusu ise, sahip olduğu maddî veya manevî değerin dönüşsüz olarak elinden çıkma endişesidir. O değer elden çıkacak ve bir daha geri dönmeyecek...

Kutsi Hadis'te sözü edilen insan böylesi bir açmazın içinde duruyor: hem vermekten sakınıyor, hem takva umuyor; fakat bir yandan da zenginliğinin yitirilmemesini bekliyor... Yani kendisi orada öööyle bekleyecek, takva kuşu da mucizevî bir devinimle onun başına konacak. İnsanın, böyle birine alan da kaçan mı diyesi geliyor...

Nekeslik daraltır...

Bonkörlük çoğaltır...

Bu kadar basit...

Palazlanmış Kibir, Kemikleşmiş Cehalet / Gökhan Özcan

Dinî hükümlerin, her konuda kendince bir mantık kurarak fikir yürütmeye alışkın günümüz insanının malzemesi kılınmasına elbette itiraz ediyoruz, etmeliyiz. Çünkü yürütülen o fikirlerin, bırakınız ilahi olanı, dünyevi olanı kavramakta bile kendine yeterliği yoktur. Bunu nereden anlıyoruz? Bunu toplumumuzu oluşturan bireylerin kendilerine sorulan her soruya, uzatılan her mikrofona, kayıtta olan her kameraya konu ayırt etmeden kanaat yumurtlamasından anlıyoruz.


Maalesef sınırlarını bilmeyen, kifayetsizlikleriyle yüzleşmeyen ve kendini sorgulamayan insanlar haline getirdiler bizi. Hayatı kendi zihninde ürettiği fikirlerle anlayabileceğini, kavrayabileceğini, bunun için herhangi bir birikime ihtiyacı olmadığını düşünen kifayetsiz muhteris tipler olduk hepimiz. Kendinizi sessizce takibe alın, birileriyle konuşurken, açılan herhangi bir konuda nasıl da hikmetler yumurtlamaya başlayıverdiğinizi görecek, kendinizi o nedensiz ve zeminsiz pürkanaat ahvali içinde kıskıvrak yakalayıvereceksiniz. Vakıa bu, kendine yalan söylemeye en azından küçük bir mola verebilenler bunu görecektir.

Bu kurumsallaşmış kibirli cehalet hali, elbette kişiliklerimizdeki bir bozulmanın tezahürüdür. Farkında olmadan kılık kıyafetine bürünüvermiş olduğumuz modernliklerin örneklerinden biridir. Başlangıçta bir âlem tasavvurumuz vardı; bizler o âlemdeki her şeyi yaratan, eşi benzeri olmayan, evveli ve ahiri olmayan, her şeye kâdir olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a (c.c.) teslim olan kullar idik. Sonra bu ahenkli bütünün bir parçası olmanın bireyselliğimize aykırı bir şey olduğuna inandırdılar yavaş yavaş bizi. Birey olmaya doğru çabaladıkça ahengimizi yitirdik. Her şeyi kendimiz üzerinden, kendi bilincimiz, kendi isteklerimiz ve ihtiraslarımız, yeni kendi sınırlarımız içinden görmeye, kavramaya, anlamlandırmaya başladık.

Oysa bu yönelim bizi âlemşümul bir genişlikle dünyaya bakma imkânından koparıyor, kendimize kilitliyor, görüşümüzü, kavrayışımızı ve algımızı kendimiz kadar bırakıyor, daraltıyordu. Çünkü insan bireyselleştikçe gelişmiyor, ulvi olanla tarif edilmekten, kendi sınırlarıyla sınırlı bir dünyaya doğru geriliyor, zayıflıyor ve kısırlaşıyordu. Bu onu çok daha kolay tarif edilebilir, kodlanabilir, güdülenebilir hale getirdi.

Her zihinsel ve duygusal tuzağa çekilebilir hale getirdi. Allah'a teslim olmayı ve kulluk etmeyi bireyselliklerini yaşamanın önünde bir engel gibi gören bu oyuncak benliklerin, hâlâ sosyo-psikolojik bir ihtiyaç gibi görünen dini kendi arzu ve isteklerine göre yeniden tarif etme, anlama, yorumlama cüretini göstermeleri de gecikmedi.


Teslim olacakları, kul olacakları bir din istemiyordu artık insanlar; kullanıp atabilecekleri, eğip bükebilecekleri, kendi istedikleri kılık kıyafeti giydirebilecekleri bir din istiyorlardı. Yani Tanrısı olabilecekleri bir din!

Bu sert ve her haliyle kabataslak diyebileceğimiz tabloyu, sinsice kimliklerimize sızan ve yerleşik bir hal almaya başlayan teslimiyet arızalarını daha görünür kılabilmek uğruna çizdim. Durumumuzun tam olarak böyle olmadığını söyleyenler olursa bunu anlayışla karşılarım. Ancak buna hiç benzemediğini söyleyenlere de itibar etmem.

Toplumumuzun, medyamızın, kamuoyumuzun tamamen değilse bile büyükçe bir kısmı, hemen her dini konuyu bireyden çıkarak, yani heva ve hevesiyle malul olan 'insan'dan çıkarak açıklamaya, dünyevi bir zemine oturtmaya, bütün anlam ve önemiyle dünyaya sıkıştırmaya çalışıyor. Bu gidişat bizi sığlaştıracak, kısırlaştıracak, tek boyutlu kılacak bir gidişat... Biz uhrevi olanla ilişkimiz kesildiğinde pürnefis kalırız ki, Allah (c.c.) bizi bizden korusun, tek bir an dahi nefsimizle baş başa bırakmasın.

-Kırkambar-

Lütfen Dikkat!



* Başka insanların yanında çocuklarınızın kusurlarını değil iyiliklerini söyleyin. Bu onları daha çok mutlu eder ve size saygı duyarlar.

* İnsanların gizlemeye çalıştıkları kusurlarını araştırmayın.

* Zamanınızı iyi ve doğru değerlendirin. Boş zaman diye bir zaman parçası yoktur unutmayın ve bu sözü kullanmayın.

* Kendinize ve ailenize zaman ayırın. Mutlu olduğunuzu hissettirin. Asla ertelemeyin






Bunları Biliyor Musunuz?

Zürafaların, 35 cm uzunlukta siyah bir dile sahip olduklarını,

Salyangozların 25.000 civarında dişleri olduğunu,

Timsahların daha derine batabilmek için taş yuttuklarını,

Hastalanmayan tek hayvanın köpek balığı olduğunu,

Penguenlerin, yüzebilen fakat uçamayan tek kuş olduğunu,

Atların bir ay kadar ayakta kalabildiklerini,

Bir karıncanın, kendi ağırlığının 50 katı kadar olan bir ağırlığı kaldırabildiklerini,

Bir pirenin, kendi büyüklüğünün 150 katı kadar yüksekliğe zıplayabildiğini

Karıncaların yuvalarını çeneleriyle kazdıklarını,

Karıncaların, beslenme odaları, bakım odaları,gıdalarını depoladıkları odalar ve kendilerini her türlü dış etkilerden koruyan tuzaklar hazırladıklarını,

Dünyanın en hızlı hayvanı Çita olduğunu ve hızının saatte 112 km’ye kadar ulaştığını,

Dünyanın en hızlı kuşunun Boğazlı Kırlangıçlar olduğunu,

Boğazlı kırlangıçların uçmaya başladıkları andan itibaren hızlarının 3 saniye içinde 128 km/h’e ulaştığını, biliyor musunuz?



Ne? Neden? Nasıl? Niçin?


İnsan kulağının algılayabileceği en düşük ses şiddeti işitme eşiğidir. Birçok insanın duyabildiği en düşük ses düzeyi olan işitme eşiği sıfır desibel olarak kabul edilir. Sıfır desibel sessizlik değil işitilmeyecek kadar düşük ses şiddetidir. Fısıltı yaklaşık 20 – 30 dB şiddetindedir ve zor işitilir. Uluslararası Standartlar Örgütünün ortaya koyduğu rahatsızlık duyma noktasının başlangıcı yaklaşık 60 dB’dir. 70 desibel ve üzeri sesler gürültü sınırına ulaşır. Normal bir konuşma şiddeti olan 60 dB’in üstü insana rahatsızlık verir. Kulağımızın yanında patlayan bir balon veya havalanan bir jet uçağının ses şiddeti yaklaşık 160 dB’i bulur. Bu da gürültü sınırının bir hayli üstündedir. Bu yüzden, ses düzeyi 60 dB’den büyük olan ortamlarda uzun süre kalındığında işitme sorunları ile karşılaşılabilir. 120 dB’lik bir ses, duyma organımız olan kulaklarımızda hasara neden olabilir. Böyle bir ses, 30 dB’lik bir gazete hışırtısınınyaklaşık 1 milyar katıdır.


İnsanlar 20 Hz ile 20 000 Hz frekans değerleri arasındaki sesleri duyabilir. Çok küçük ve çok büyük frekanslı sesleri duyamazlar. İnsan kulağının işitemeyeceği kadar yüksek frekanslı ses dalgalarına ultrason dalgaları denir. Ultrason dalgaları adı verilen ses dalgaları, frekansları 20 000 Hz-150 000 Hz arasında olan ve işitilemeyen seslerdir. İnsan kulağının işitemediği birtakım sesleri, duyma bandı daha geniş olan bazı hayvanlar rahatlıkla duyabilir. Örneğin yunuslar 150 000 Hz, köpekler 35 000 Hz frekans değerinde ultrasonu duyabilirler.

23 Ağustos, 2011

elhamdülillah; kavuşamadım, aşk oldu!..



fotoğraf: Ara Güler

24 Haziran, 2011

Sustum

"sustum!

sen hakkımda

kötü zanda bulunurken,

yaşananları yanlış ve

kendi açından yorumlarken,

sustum!

bilmiyordun ki, susuşum

yalnız O'nun içindi...

sustum! keşke bilseydin.

sen sürekli konuşurken

sıkan, daraltan bir karabasanın içinde boğuluyor,

ben tek kelime konuşmazken

açan, genişleyen bir ruhun içinde huzur duyuyordum.
 
bunun için sustum! keşke bilseydin."
 
ahiretzad

04 Haziran, 2011

Kasas / 24

"...Ey Rabbim, bana bahşedeceğin her hayra öylesine muhtacım ki!.."



Doğru!.. Yalan!..


"sözler doğru ve yalandan ibarettir. susmak ise hile ve yalanı olmayan bir doğrudur. bunun için insanlar konuşurken hep sustum..."



Arkaş'ın Günlüğü

21 Mayıs, 2011

Cahit Zarifoğlu'nun Eşine Yazdığı Zarif Mektup





Berat’e


Bana soruyorsun şu resimdekiler kim, diye.

Emin ol kim olduklarını çıkaramadım. Görünüşe bakılırsa mutlular. Fakat insanlara tavsiyem şudur ki, nasıl “zenginin parası, parasızın çenesini yorara”, başkalarının mutlu görünümü, insanı kendi mutlu olma imkanını, kabiliyetini görmekten alıkoymamalı. Filmler, resimler birer hayaldir. Başka insanların dış görünümleri de bizi aldatmasın. İnsan kendi mutlu olma imkanını görebilmeli. Mutluluksa filmlerin, romanların içinde değil, kendi yaşadığımız basit hayatın içindedir. Ve önemli olan yaşanılan “an”dır. Onu ibadet, sabır, anlayış, tevazu ve merhamet ile anlamlı hale getirmek mutluluğun ta kendisidir. Yoksa deniz kenarında fotoğrafçılar tarafından düzenlenmiş bir mutluluk tablosu sahtedir ve bazı saf kimselerin duygularını istismar etmekten başka bir şey ifade etmez.


Acaba anlatabiliyor muyum?


Cahit

20 Mayıs, 2011

-İnşirah-


BİZ kalbini aç(ıp ferahlat)madık mı,
ve üzerinden yükü kaldırmadık mı,
o belini büken (yükü)?
Şerefini ve itibarını yükseltmedik mi?
Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır:
...Şüphesiz, her güçlükle bir kolaylık!
Öyleyse [sıkıntıdan] kurtulduğun zaman sağlam dur,
ve yalnız Rabbine sevgi ile yönel.

Resim / Salvador Dali

Atsız Süvari



"çek çek kürekleri
koştur atını
neşeli keyifli tasasız
çıkar hayatın tadını(MI!..)"

14 Mayıs, 2011

Şehvar'ın Umre Özel sayısı

Bismillahirrahmanirrahim




Hamd; Kabe’yi dünya gözüyle görmeyi nasip edene, Selam; “Vefatımda beni ziyaret eden, sağlığımda ziyaret etmiş gibidir” diyene.



Editörden:


“Baba nereye gideceksin?”

“Oğlum Allah’ın evini görmeye gideceğim”

“Peki baba orası güzel mi?”

“Evet yavrum, orası dünyanın en güzel yeri, orayı görmek herkese nasip olmaz, çok dua etmek gerekir!”

“Baba ben de gelebilir miyim? Ben de Allah’ı görmek istiyorum!”

“Olur mu yavrum? Sen daha küçüksün!”

Çoçuk çok ısrar eder. Israrlara dayanamaz baba oğlunu da götürmeye karar verir.

Baba, Allah’ın evini(Kabeyi) çoçuk, ise.Allah’ı görme umuduyla yola çıkarlar. Yol boyunca çocuk sevincini izhar eder.

Ve en son varırlar O mübarek topraklara.

Baba: “işte yavrum: Allah’ın evi burası” der.

Çocuk: “Allahüekber” der ve düşer.”



<><><><><><><>



Bana, Allah’ın evinde (Beytullah) ve cennet bahçesinde (Ravza-i Mutahhara) misafir olmayı nasip eden Rabbime sonsuz şükürler olsun. Eniştem, “bizimle Umre’ye gelir misin?” dediğinde aklıma hemen tilki geldi, tilkiye hiç “pişmiş tavuk yer misin” diye sorulur mu? Sorulmaz ama sormuşlar, oda “gülmeğimden söyleyemiyorum” demiş. Bende güldüm.

Enişte, Allah’ın izniyle, bana, belki bir daha bulamayacağım, tadı hep ruhumda ve aklımda kalmasını istediğim, böylesine lezzetli bir nimeti sunduğun için teşekkür ederim. Rabbim inşallah sana (anama ve babama ve bütün kardeşlerime)dünya ve ahiretin bitip tükenmeyen nimetlerinden bol bol versin.

“Dervişin fikri ne ise zikri de odur” denir ya, Mekke ve Medine aklımda…

Bu sayıyı, Umreye gitmeden önce okumadığım için üzüldüğüm, Diyanetin hazırladığı “Hicaz Albümü” kitabından faydalanarak hazırladım. İnşallah istifade edelim.

Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur. Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd Sana mahsustur. Nimet de Senin mülk de Senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur.

Mekke

Harem: Mekke’nin, sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilen çevresine Harem (yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz) adının verilmesinin sebebi, zararlılar dışındaki canlıların öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram sayılması, her türlü tecavüzün yasaklanarak buranın güvenli ve dokunulmaz kılınmasıdır.



Mescidi Haram: Kâbe’yi çevreleyen, namaz kılmak, tavaf ve dua etmek için kullanılan geniş bir alandan ibarettir. Buraya “Haremi Şerif” de denir. Zemini renkli mermerle kaplı olan bu alanın dört tarafı duvarlarla çevrilmiş olup, pek çok kapısı ve yedi tane minaresi vardır. Hz. Peygamber yeryüzünde bilinen ilk mescidin Mescidi Haram olduğu şeklindeki Kuran ayetine (Aliimran/96) vurgu yaptıktan sonra (Buhari, Müslim) yeryüzünde ziyaret edilmeye layık üç mescidden birinin Mescidi Haram olduğunu ( diğerleri Mescidi Nebevi ve Mescidi Aksa), bundan dolayı burada yapılan ibadetin diğer mescidlerde yapılandan daha faziletli sayıldığını bildirmiştir.(Buhari, Müslim) Resulullah Mescidi Nebevide kılan namazın Mescidi Haram hariç diğer yerlerde kılınan namazlardan bin kat, Mescidi Haramda kılınan namazın ise Mescidi Nebevide kılınandan yüz kat daha faziletli olduğunu haber vermiştir.(Müsned, Heysemi). Bunları destekleyen bir diğer hadiste de Mescidi Haramda kılınan namazın başka mescidlerde kılınan namazlardan yüz bin defa daha faziletli olduğunu haber verilmiştir. ( İbn Mace, İkame, Heysemi)



Kabe: Mekke’de Mescid-i Harâm’ın ortasında yer alan Kabe insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabettir. Sözlükte “dört köşeli, küp şeklinde nesne” olarak geçer. Kabe’nin merkezinden dört köşesine (rükn) çekilecek hatlar yaklaşık olarak dört ana coğrafi yönü gösterir. Doğu yönünü gösteren köşeye Rüknühecarülesved, güneyi gösteren köşeye Rüknülyemani, batıyı gösteren köşeye Rüknülgarbi, (rüknüşşami) kuzey köşesine de Rüknülıraki denir. Resulu Ekrem Rüknülyemani ile Hacerulesved’i istilam etmiş bazen de elini sürerek öpmüş ve “rüknülyemani ile hacerulesved’e dokunmak günahları siler” buyurmuştur. (Müsned)

Peygamber şöyle buyurmuştur: “Semanın kapılarının açıldığı ve duaların kabul edildiği dört zaman vardır. Bunlar, müminlerin Allah yolunda düşmanla karşılaştıkları, yağmur yağdığı, namaz kılındığı ve Kabe’nin görüldüğü andır.” (Taberani, Beyhaki) Diğer bir hadiste de “Allah bu ev için her gün yüz yirmi adet rahmet indirir. Bunun altmışı tavaf edenler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de ona bakanlar içindir” buyurmuştur (Heysemi)


Kabe’nin kapısı: Kabe’nin kuzeydoğu duvarında Hacerülesved’e 2 m. mesafede ve yerden 1,92 m. yükseklikte Kabe’nin kapısı yer alır. Kabe Hz. İbrahim tarafından inşa edildiğinde kapı yeri boş bırakılmıştı, dolayısıyla ilk kapıyı kimin taktırdığı bilinmemekte ancak Cürhümlüler veya Himyerilerin yaptırdığı rivayet edilmektedir. Kabe’nin kapısı ilk defa Halife 1. Velid tarafından altın levhalarla kaplattırılmıştır.




Makam-ı İbrahim: Mecid-i Haram’ın içinde Kabe’ye yaklaşık 15,40m. uzaklıkta, üzerinde Hz. İbrahim’in ayak izleri olarak kabul edilen 1 cm. arayla iki çukur bulunduğu ve Kabe’nin inşası sırasında Hz. İbrahim’in üzerine çıkıp iskele olarak duvar örmek ve insanları hacca davet etmek için kullandığı taşa Makam-ı İbrahim adı verilir. Hz. Peygamber “rünk (hacerülesved) ve Makamı İbrahim cennet yakutlarından iki yakuttur. Eğer Allah onların aydınlığını (ziyasını) gidermemiş olsaydı doğu ile batı arasını sürekli aydınlatırlardı” buyurmuştur.( Tirmizi,”hac”, 49)

Makamı İbrahim tabiri Kuran-ı Kerim’de iki yerde geçer. Bunlardan birinde Allah’a ibadet amacıyla yapılan ilk mabedin Kabe olduğu bildirildikten sonra orada açık nişaneler (işaretler) ve İbrahim’in Makam-ı bulunduğu belirtilir(Ali İmran 97). Hz. Ömer’in Makam-ı İbrahim’in özellikle namaz kılınacak bir yer olmasını dilemesi üzerine nazil olduğu rivayet edilen (Buhari, salat, 32) diğer ayette ise Makam-ı İbrahim’in namazgah edinilmesi istenir (Bakara, 125). Resulu Ekrem, Veda Haccında Kabe’yi tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’in arkasında iki rekat namaz kılmış ve ilk rekatında bu son ayeti okumuştur (Buhari, salat, 30). Ardından da zemzem kuyusuna giderek suyundan içmiştir.



Hacerulesved: Kabe’nin doğu köşesinde yerden 1,5m yükseklikte gümüşten bir muhafaza içinde tavafın başlangıç ve bitiş noktasını belli eden Hacerülesved bulunur. Arapça “siyah taş” anlamına gelir, yumurta biçiminde siyaha yakın koyu kırmızı renktedir. Hz. İbrahim tarafından Kabe’nin inşası esnasında, tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacı ile yerleştirilmiştir. Kabe’de yaşanan sel ve yangınlardan ve ayrıca insanların saldırılarına maruz kalan Hacerulesved’de bazı hasarlar, parçalanmalar meydana gelmiş ama büyük bir titizlikle parçalar yapıştırılıp korunmaya çalışılmıştır. 930 yılında Karmati lideri Mekke’de yaptığı katliam ve yağmada Hacerulesved’i yerinden söküp Hecere götürmüştür. Böylece Kabe yaklaşık yirmi yıl boyunca Hacerülesved’den mahrum kalmış, ancak hacılar tavaf sırasında Hacerülesved mevcutmuş gibi bulunduğu yeri istilam ederek tavaflarını yapmışlardır. Tavafa başlama noktasını gösterme şeklindeki pratik faydası yanında, Hacerülesved’in aynı zamanda sembolik bir anlamı da mevcut olup bununla ilgili birçok rivayetler nakledilmektedir.


Bunlar arasında Cenâb-ı Hakk’ın bezm-i elestte bütün insanlardan kendisini Rab olarak tanımaları yönünde aldığı sözü(bk. Araf 7/172) içinde taşıdığı ve buna uyunlar lehinde kıyamet günü şahitlik yapacağı (Ezraki, 1, 324; Süheyli, 2, 273) Hacerülesved’e dokunan kimsenin Rahman’ın eline dokunmuş gibi olduğu ( İbn Mace, “Mesanik”, 32) Hacerülesved’in yeryüzünde Allah’ın sağ eli olduğu ve kullarıyla onun vasıtasıyla musafaha ettiği, Hacerülesved’e dokunanın Allah’la biat etmiş olduğuna dair rivayetler( Heysemi, 3, 242; Müttaki el-Hindi, 12, 215, 217) sayılabilir.

Resulu Ekrem bir defasında dudaklarını Hacerülesved’in üzerine koyarak uzun süre ağlamış, daha sonrada dönüp Hz. Ömer’inde ağladığını görünce şöyle demiştir: “Ey Ömer gözyaşları burada dökülür” ( İbn Mace, “Mesanik”, 27). İbn Abbas, Allah’ın kıyamet günü Hacerülesved’i getireceği ve onun da hak üzere kendisini istilam edenlere şahitlikte bulunacağını rivayet etmektedir. (Tirmizi, hac, 113; İbn Mace, “Mesanik”, 27)
Altınoluk: Kureyşliler 605 yılında Kabe’yi inşa ederken kuzeybatı duvarına tavanda biriken suların Hicre akması için bir oluk (Mizad) koydular. Kıble, Mescid-i Aksa’dan Kabe’ye çevrildiğinde Mescid-i Nebevi’nin kıblesi tam oluğun bulunduğu tarafa isabet etmişti. Bundan dolayı burası Resuli Ekrem’in kıblesi olarak meşhur olmuş ve buradan kıbleye yönelmek adet haline gelmiştir. “Hayırlı insanların içeceğinden için, seçkinlerin namazgâhında namaz kılın” diyen İbn Abbas’a bunların ne olduğu sorulduğunda “Hayırlıların içeceği zemzem, seçkinlerin namazgâhı da oluğun altıdır” diye cevap vermiştir. Hz. Peygamber’in tavaf sırasında oluğun altına geldiğinde, “Allah’ım Senden ölüm anında rahatlık, hesap anında da af dilerim” diye dua ettiği bilinmektedir. (Ezraki) Hac ile ilgili bazı kitaplarda oluğun altında yapılan duaların mutlaka kabul edileceğine dair hadisler nakledilir.




Mültezem: Hacerülesved ile Kabe kapısı arasında kalan 2 metrelik kısma Mültezem (sıkı sıkıya yapışılan yer) adı verilir. Bazı hadislerde Mültezemin duaların kabul edildiği mübarek bir yer olduğu belirtilmiştir. Abdullah b. Amr b. Âs, Hz. Peygamberin Mültezeme gelerek göğsünü, yüzünü ve ellerini açarak oraya yapıştığını ve o şekilde dua ettiğini rivayet etmektedir. (Ebu Davud, Mesanik) Ancak izdihamdan dolayı günümüzde başkalarına eziyet etmeden bunun yapılmasına imkan yoktur. Bu sebeple Mültezemin karşısında durarak dua edilmesi daha uygundur.



Hicr: Kabe’nin kuzeybatı duvarının önünde iki ucu Rüknüşşami ile Rüknülıraki’den 2 metre kadar mesafede olan ve Hatim adı verilen yarım daire şeklinde 1,31 m. yüksekliğinde duvarla çevrili olan ve Kabe’den ayrılmış olmakla birlikte onun bir parçası olan kısma “Hicr” veya “Hicru İsmail” adı verilir. Burası başlangıçta Kabe’ye dahil idi ve 605 yılındaki yeniden inşası esnasında Mekkeliler ellerindeki malzemenin, Hz. İbrahim’in temelleri üzerine yapılacak inşaatın tamamlanmasına yetmeyeceğini anlayınca binanın daha küçük tutulmasına karar verdiler.

Hicr adı verilen yeri göğüs hizasında bir duvarla (Hatim) çevirerek Kabe’nin dışında bıraktılar ve Kabe’den olduğu anlaşılsın diye burayı taşla döşediler. Nitekim Hz. Aişe, Kabe’ye girip namaz kılmak istediğini söylediğinde Hz. Peygamber’in onu elinden tutarak Hicr’e soktuğu, “ Kabe’ye girmek istesen burada namaz kıl, çünkü o Kabe’den bir parçadır” buyurduğu bilenmektedir. (Tirmizi)




Zemzem: Mekke gibi susuz bir mevkide yerleşimin en önemli sebebi Kabe ile birlikte Zemzem kuyusunun varlığıdır. Arap dilinde “bol, bereketli, doyurucu, kaynağı zengin su” gibi anlamlara gelen zemzem, sadece kutsal kabul edilen Harem bölgesinin değil, bizzat Kabe’nin kuyusu ve bütünleyicisi olarak görülmüş, Mekke için bir nevi hayat kaynağı olmuştur. Hz. İbrahim’in ayrılmasından sonra eşi Hacer ıssız Mekke vadisinde su ve erzakının tükenmesi üzerine çaresiz kalmış, küçük oğlu İsmail’in susuzluktan ölmesinden endişe ederek telaşla Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelmiş, bütün ümitlerini kaybettiği anda mûcizevi bir şekilde oğlunun bulunduğu yerde kaynayan Zemzem suyunu görünce Allah’a şükretmiş ve suyun dağılmaması için etrafını toprakla çevirmiştir. Resuli Ekrem “ Allah İsmail’in annesine rahmet etsin. Eğer suyun önünü kapamasaydı Zemzem akıp gider bir ırmak olurdu” demiştir (Buhari). Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber, ataları Hz. İbrahim ve İsmail tarafından başlatılmış uygulamaları tekrar ıslahla yaşattığı gibi insanlara zemzemden bol bol içmelerini ve ondan memleketlerine götürmelerini tavsiye ederek bizzat kendiside Mekke’den Medine’ye sık sık zemzem getirmiş ve “ Yeryüzünde bulunan suların en hayırlısı zemzem suyudur; içilmesi açlığı giderir, hastalığa şifa olur(Heseymi, Müttaki el- Hindi); “Bizimle münafıklar arasındaki fark onların Zemzemi kana kana içememeleridir” , “Zemzem suyu hangi niyetle içilirse ona çera olur”(İbn Mace, Mesanik) buyurmuştur. Resuli Ekrem’in uygulaması sebebiyle, tavafın ardından kılınan namazdan sonra zemzem içmek müstehap kabul edilmiştir. Peygamber ve ashabın uygulamalarından hareketle kıbleye yönelmek, Allah’ın adı zikretmek, üç defa nefes almak, kana kana içmek, her soluk aldığında Kabe’ye bakmak ve sonunda Allah’a hamd etmek zemzem içmenin adabından sayılmıştır. İçerken çokça dua edilir ve İbn Abbas’dan nakledilen “Allahım! Senden faydalı ilim bol rızık ve her dertten şifa niyaz ediyorum” duası okunur.



Safa Merve: Kuran-ı Kerim’de Safa ve Merve’nin Allah’ın koyduğu sembollerden olduğu belirtilmekte, bu iki tepe arsında Sa’y etmenin Hac ve Umre ibadetinin parçası olduğu vurgulanmaktadır (Bakara / 158). Hz. İbrahim oğlu İsmail ile Kabe’nin yapımını tamamladıktan sonra Hac ile ilgili menâsikin tamamını uygulamalı olarak onlara öğreten Cebrail, Safa ve Merve tepeleri arasında Sa’y etmelerini de gösterdi. Hz. Hacer’in oğlu İsmail’e su bulmak için iki tepe arasında telaşla koşuşturmasının, tâbi tutulduğu bu şiddetli imtihanı Allah’a olan güveni ve inancı uğruna sıkıntılara göğüs germesine bir ödül olarak başarmasının anısını canlandıran bu uygulama, Mekke’de putperestlik inancının yaygınlaşmasıyla terk edilmiş, İslam’ın gelişiyle birlikte tekrar Hac ve Umrenin bir parçası olarak başlatılmıştır.

Medine

Medine: Medine, Mekke ile birlikte iki Harem’den biri olup hicretten sonra Resulullah, “Hz. İbrahim Mekke’yi Harem yaptığı gibi bende Medineyi Harem kıldım” sözleriyle şehri Harem ilan etmiştir.(Buhari, Müslim)


Resuli Ekrem 12 Rebiulevvel(24 eylül 622) Cuma günü Medine’ye girdiğinde kendisini davet edenleri kırmamak için devesi Kasva’nın salıverilmesini ve onun çöktüğü yere en yakın olan evde konaklayacağını söyledi. Resulullah bu sırada. Hz. Nuh’a öğretilen ve bütün müminlere tavsiye edilen, varılması gereken yere en güzel ve en iyi şekilde ulaşmanın dilendiği, “Rabbim beni mübarek bir menzile kondur. Şüphesiz konaklatanların en hayırlısı Sensin” (Mü’minun /29) duasını tekrarlıyordu. Kusvanın Malik b. Neccaroğullarının evlerinin önünde hurma kurutulan düzlükte çökmesi üzerine buraya en yakın evin sahibi Ebu Eyyup el Ensari’ye misafir oldu. Resuli Ekrem Kasva’nın çöktüğü arsayı Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetimden satın alıp (Buhari) engebeli ve çalılık olan zeminini düzelttirdikten sonra Mescidin temellerini attı.


İlk bina, taş temel üzerine tek sıra kerpiçten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarı ile kuşatılarak üstü açık biçimde 60 x 70 bir alana (1022metrekare) inşa edildi. Kıblesi bizzat Peygamber tarafından Kudüs’e yönelik olarak yapıldı. Hicretten on altı veya on yedi ay sonra kıble Kudüs’ten Kabe’ye çevrildi. Mescidi Nebevi’de birçok kere genişletme işlemi yapılmış ve bugün 650.000 kişinin aynı anda namaz kılabileceği 400.000 metrekarelik geniş bir alana ulaşılmıştır.



Hücre-i Saadet: Hz. Peygamber Mescidi Nebevi’yi inşa ederken kendisi için doğu duvarının güney kısmına bitişik iki hücre yaptırdı. Resuli Ekrem ve ailesine tahsis edilen bu hücrelerin sayısı onun sağlığında dokuza ulaştı. Hicretin 11. yılı sefer ayının sonlarında rahatsızlanan ve son günlerini Hz. Aişe’ye ait odada geçiren Resuli Ekrem vefat etmeden önce “ Lailahe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş” dedi ve Hz. Aişe’nin kolları arasında “Maarefikı’l-ala” (en güzel dosta) sözüyle ruhunu teslim etti.


Hz. Peygamber’in naaşı Hz. Ebu Bekir’in naklettiği bir hadise (Tirmizi) dayanılarak vefat ettiği yere defnedildi. Hz. Aişe’nin odası bundan sonra Hücre-i Saadet olarak anılmaya başlandı.


Hz. Ebu Bekir vefat etmeden önce Hz. Peygamberin yanına defnedilmesini vasiyet etmiş ve bu isteği yerine getirilmişti. Hz. Ömer ise yaralandığı zaman Resuli Ekrem’in yanına defnedilmek için Hz. Aişe’den izin istemiş, o da “Kendime düşündüğüm yeri sana veriyorum” diyerek bu talebi uygun görmüştü. Hz. Peygamber’in minberinin bulunduğu yerle bütünleşerek Mescidi Nebevi’nin en önemli bölümü haline gelen Hücre-i Saadeti ziyaret etmek bütün Müslümanların en büyük özlemidir ve her yıl milyonlarca mümin bu bahtiyarlığa erişmek için yollara düşer.

Bunda şüphesiz Resulullah’ın “ Beni vefatımdan sonra ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibidir” (Heysemi) “Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip olur”(Heysemi) mealindeki hadislerinin de etkisi vardır. Kuranı Kerimde Resuli Ekrem’e salatu selam okumak, onun rehberliğine sıkı sıkıya bağlanarak kendisine saygı gösterilmesi emredilmiştir (Azhad/ 56). Resulullah’da şöyle buyurmaktadır: “Her kim kabrimin başında bana salatu selam getirse ben onu aracısız olarak işitirim. Her kim de benden uzakta bana salatu selam getirse melekler onu bana ulaştırır” (Müsned)



Ravza-ı Mutahhara: Resuli Ekrem Mescidinde namaz kılmayı teşvik etmiş ve eviyle minberi arasındaki bölümün (Ravzayı mutahhara) cennet bahçelerinden bir bahçe olduğunu bildirmiştir (Buhari, Müslim). Ravza-i Mutahhara’dan başka yeryüzünde cennetten olduğu bildirilen başka bir yer yoktur. Resul-i Ekrem bir diğer hadiste de minberinin ayaklarının dayandığı yerin cennetten olduğunu bildirmiştir( Müsned, Nesai, Mesacid).



Minber: Mescidde önceleri bir hurma kütüğüne yaslanarak cemaate hitap eden Resuli Ekrem için hicretin 7.(628) veya 8. yılında ılgın ağacından iki basamak ve bir oturma yerinden ibaret bir minber yapılmıştır.


Mihrap: Mescidi Nebevi ilk yapıldığı zaman mihrabı yoktu, ancak Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yer belirgindi. Ömer b. Abdülaziz Medine valiliği sırasında Mescidi Nebevi’yi imar ederken Resuli Ekrem’in namazda durduğu yere niş tarzında bir mihrap ilave ettirmiş, burası Resulullah’ın minrabı olarak meşhur olmuştur. Hz. Peygamber’in gece namazı kıldığı yerde bulunan, Sultan Kayıtbay ve Sultan Abdulmecid devrinde yenilenen, üzerinde altın süslemeler ve teheccüd ayetlerinin yazılı olduğu diğer mihrap “Mihrâbü’t-teheccüd” adıyla bilinmektedir.
Cennetül Baki: Medine’nin Baki veya Baki’u’l-garkad adı verilen mezarlığı şehrin güneydoğusunda Mescidi Nebevi’nin yakınında yer almaktadır. Bu mezarlığa muhacirlerden ilk defnedilen Osman b.Maz’un, ensardan ise Es’ad b.Zürâre’dir. Hz. Peygamberin oğlu İbrahim’den sonra kızları Rükiye ve Zeyneb, Hz. Fatıma ile oğlu Hz. Hasan buraya defnedildiler. Kerbelada şehid edildikten sonra Şam’a götürülen Hz. Hüseyin’in mübarek başı, Yezid b. Muaviye tarafından Medine’ye gönderilince annesinin yanına defnedildi. Hz. Peygamberin amcası Abbas ile halası Safiye ve bazı torunları da burada yatmaktadır. Baki’a defnedilenler arasında Resuli Ekrem’in “Benim ikinci annem” dediği Hz. Ali’nin annesi Fatıma bint Esed ile müminlerin annelerinden Hz. Aişe , Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Huzeyme, Zeyneb bint Cahş, Safiye, Rayhâne ve Mariya bulunmaktadır. Cennetul Baki’a Ehli beytin ileri gelenlerinin yanında birçok sahabi ve tabiin neslinden pek çok kimse defnedilmiştir. Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf. Sa’d b. Ebu Vakkas, Abdullah b. Mes’ud, Suheyb er Rumi, Ebu Hureyre bunlardandır. Resulullah zaman zaman Cennetul Baki’ye giderek orada medfun bulunanlara dua ederdi. Mezarlar sadece baş ve ayak uçlarına konulan küçük taşlarla belirlenmiştir.




Uhud: Mescidi Nebevi’ye uzaklığı 5 kilometredir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle Uhud’dan söz etmiş, bir defasında da, “ Uhud bizi sever, bizde Uhud’u severiz” (Buhari, Müslim) buyurmuştur. Resulullah cahiliye çağının kin ve nefret duygularıyla dopdolu ve Bedir’in intikamını almak için galeyan halinde bulunan Kureyş ile Medine dışında savaşmak istemiyordu. Ancak Bedir Gazvesine katılmamış bazı gençler ile ashaptan bazılarının ısrarı üzerine Uhud’a gitmeye kara verdi. 700 sahabi ile Uhud dağının eteklerine gelen Resuli Ekrem arka tarafı emniyete almak için stratejik önem taşıyan Ayneyn tepesine elli okçu yerleştirdi ve onlara savaşın seyri ne olursa olsun kendisinden talimat gelmedikçe yerlerinden ayrılmamalarını emretti. Müslümanlar başlangıçta üstünlük sağladılarsa da Ayneyn tepesindeki okçuların talimata uymayarak burayı terk etmeleri üzerine müşrikler arkadan saldırıp savaşın seyrini değiştirdiler. Resuli Ekrem’in öldürüldüğüne dair bir haberin yayılması üzerine çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilirken müşrikler Ebu Sufya’nın etrafında toplandılar, böylece iki ordu bir birinden ayrıldı ve savaş sona erdi (3/625).


Çok çetin geçen bu savaşta Allah’ın Resulu’nun dişi kırıldı, dudağı ve yanağı yaralandı. Ayrıca aralarında Hz. Hamza’nın da bulunduğu yetmiş sahabi şehid oldu.

Uduh şehitlerinin tamamına yakını ensardandı. Bazı Müslümanların şehidlerini Medine’ye götürüp defnetmek istemelerine izin vermeyen Hz. Peygamber, hepsini Uhud’da toprağa verip namazlarını kıldı. Uhud şehidleri anıldığı zaman, “ Allah’a yemin ederim ki, ashadımla birlikte şehid olup Uhud dağının eteğinde gecelemeyi ne kadar isterdim!”(Beyhani) buyuran Resuli Ekrem bu şehidliği ziyaret eder ve yüksek sesle “Sabrettiğiniz için size selam olsun. Ahiret saadeti ne güzeldir!” (Rad 13/24) mealindeki ayeti okurdu(Beyhaki). Uhud şehidliğini ziyaret etmeyi teşvik eden Resulullah bir defasında şöyle buyurmuştur “Allahım! Kulun ve Resulun onların şehid olduklarına şahitlik eder; onlarda kıyamet gününe kadar kim kendilerini ziyaret eder veya selam verirse kendisine mukabelede bulunurlar (Beyhaki).
Hz. Fatıma fırsat buldukça bazen haftada iki defa olmak üzere sık sık buraya gider ve Hz. Hamza’nın kabrini düzeltir, dua ederdi. Resulullah’ın hanımı Ümmü Seleme her ay buraya giderek şehidleri selamlardı. Sa’d b. Ebu Vakkas Medine’den ayrılırken mutlaka Uhud şehidliğini ziyaret eder, kendilerine üç defa selam verir ve daha sonra yanındakilere dönerek, “Siz, selamınıza karşılık verecek bir topluluğa selam vermez misiniz ki onlar kıyamete kadar selam verene mukabele edecekler” derdi.


Bugün hiçbir türbe ve mezar yapısının bulunmadığı Uhud şehidliği, etrafı duvarla çevrili boş bir alan olarak ziyaret edilmektedir.



Hendek: Müslümanlarla Mekkeli müşrikler ve müttefikleri arasında Medine önlerinde hicretin 5. yılı şevval ayında(mart624) yapılan savaşa, şehrin müdafası çevresine kazılan hendeklerle sağlandığı için Hendek Gazvesi denilmiştir. Müslümanlar 3000, müşrikler ise müttefiklerle birlikte 10-12.000 kişi civarındaydı. Yirmi gün kadar devam eden muhasara esnasında bazı çatışmalar olmuşsa da daha önce böyle bir uygulamayla karşılaşmayan ve çok şaşıran müşrikler ve müttefikleri hendekleri aşmaya muvaffak olamayıp bir sonuç alamadılar; erzakları tükenen, soğuk ve şiddetli bir fırtınanın ardından çadırları sökülüp moralleri bozulan Kureyşliler kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye dönmek zorunda kaldılar. Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber ve Müslümanları ortadan kaldırmak için son çabalarının akamete uğrayarak boşa çıktığı Hendek Gazvesi İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır; bundan sonra Medine’ye karşı saldırıları sona eren Kureyşliler savunma pozisyonuna geçmek zorunda kalmışlardır.



Bedir: Medine’nin 160km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30km. uzaklıkta Medine Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasabadır. Bugün hurma bahçeleri yanında çeşitli sebze ve meyvenin de bol olarak üretildiği yerleşim birimlerinden biri olan Bedir asıl şöhretini Mekkeli müşriklerle Hz. Peygamber arasında meydana gelen ilk savaştan sonra kazandı.


Ebu Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e yürüdüler. İki taraf arasında cereyan eden savaşta(2/624) Ebu Cehil dahil yetmiş müşrik öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı, Müslümanlar da on dört şehid verdiler. Resuli Ekrem’in askeri dehası, strateji ve taktik kabiliyetini gösteren Bedir Gazvesi, bu ilk İslam toplumunun büyük bir güven ve başta Medine olmak üzere bütün Arap yarımadasında itibar kazanmasını sağlaması bakımından önem taşır. Bu savaşa katılan Ehl-i Bedir günahlarının Allah tarafından bağışlandığı müjdesine nail olmuş (Buhari, Müslim) adlarının ezberlenerek okunması özellikle Türkler arasında adet haline gelmiştir.

Hz. Peygamber Bedir’de şehid olanların namazlarını kıldırarak onları defnettirdi. Savaş meydanının batısına düşen şehidlik etrafı çevrilerek koruma altına alınmıştır. Bedir kabristanının girişinde yeni yapılan abidede Bedir şehidlerinin adlarının yazılı olduğu bir kitabe mevcuttur. Kuran-ı Kerim’de elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve Müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği açıkça ifade edilmektedir( Aliimran 3/123-127; Enfal 8/7-12) Bedir savaşının geçtiği yerde Müslümanlara yardım için gelen meleklerin hareket ettikleri bir kum tepesi bulunmaktadır. Mescid-i Ariş’e kuzey yönünde 3km. mesâfede bulunan bu tepeye “Cebelimelâike” (melekler dağı) adı verilir.

-Kırkambar-

Soru 1. Haccın edasının şartları nelerdir?

Cevap. a) Vücutça sağlıklı olmak, b) Hacca gitmesine bir engel bulunmamak, c) Yol güvenliği olmak, d) Kadının yanında kocası veya evlenmesi caiz olmayan bir akrabası olmak.

Soru 2. Hac kimlere farzdır?
Cevap. a) Akıllı olan, b) Erginlik çağına giren, c) Müslüman olan, d) Hür olan, e) Hacca gidip gelinceye kadar kendisinin ve ailesinin geçinebileceği maddi güce sahip olan.

Soru 3. Haccın farzları nelerdir?
Cevap. a) İhrama girmek, b) Arafat'ta Vakfe durmak, c) Kàbe'yi tavaf etmek.

Soru 4. Kaç çeşit Hac vardır?
Cevap. a) Haccı İfrad , b) Haccı Temettü , c) Haccı Kıran

Soru 5. Haccı İfrad ne demektir?
Cevap. Umresiz yapılan Hac demektir. Hacı adayı ihrama girerken sadece Hacca niyet eder ve Hac vazifelerini yerine getirir. İfrad Haccı yapanlara kurban vacip değildir.

Soru 6. Haccı Temettü ne demektir?
Cevap. Umre ve Haccı ayrı ayrı ihrama girerek yapmaktır Hacı adayı önce umre için ihrama girer, umre vazifesinden sonra, ihramdan çıkar. Günü gelince yeniden ihrama girer Hac vazifesini tamamlar. Kurban kesmek vaciptir.

Soru 7. Haccı Kıran ne demektir?
Cevap. Umre ve Haccı bir ihramda yapmaktır. Hacı adayı İhrama girerken hem umreye hem de Hacca niyet eder. Önce umreyi sonra Haccı yapar. Kurban kesmek vacip.

Soru 8. İhram nedir?
Cevap. Hac ve Umre yapacak olan kimsenin diğer zamanlarda helal olan bazı fiil ve davranışları belli bir süre kendisine haram kılmasıdır. İhram;erkekler için iki parça beyaz havludur. Kadınlar için kendi elbiseleridir,uzunca bir entari şeklinde olursa daha efdaldir.

Soru 9. Umre nedir?
Cevap. Belirli bir zamana bağlı olmadan usulüne göre ihrama girdikten sonra tavaf etmek, sa'y yapmak ve ihramdan sonra tıraş olmaktan ibarettir. Umre sünnettir belli bir zamanı yoktur. Arefe ve onu izleyen kurban bayramı günlerinde umre yapılmaz.

Soru 10. Vakfe nedir?
Cevap. Hacda Arafat ve Müzdelife denilen yerlerde belirli zamanlarda bir süre kalmaktır. Arafat vakfesi farz, müzdelife vakfesi vaciptir.

Soru 11. Tavaf nedir?
Cevap. Kabe'nin etrafını usulüne göre yedi defa dönmektir.

Soru: 12. Sa'y nedir?
Cevap. Kabe'nin yakınında bulunan Safa ile Merve tepeleri arasında gidip gelmektir. Bu gelişler, Safa'dan Merve’ye dört Merve'den Safa'ya üç olmak üzere yedi defadır.

Soru 13. Telbiye nedir?
Cevap. İhramlı olarak ve yüksek sesle: "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'nnimete leke ve'lmülk, la şerike lek"

10 Mayıs, 2011

Dikkat Şiir!


"Ebru teknesine düşer at kılından bir damla
Hangi masalı anlatır sivri diliyle toprağa
Saçılan ebemkuşağıdır dolanır bir asi kızın parmağına"


ahiretzad

resim / salvador dali

09 Mayıs, 2011

İyi Günler İlerde!




















"...anneanne, müzmin
başağrılarım artıyor
işte yaşamak bu deyip dostlar
müttefiklere gülümsediğinde


anneanne, ah anneanne
çıkış yok ve bu tereke
rahmetli dedemin yüreğinden
daha eski bir mesele
yüreğimiz bölüştürülemez
iyi günler ilerde..."

Şiir: Hüseyin Atlansoy

06 Mayıs, 2011

Boğaziçinde Erguvanlar

Boğaziçinde "erguvan seyri" vakti başlamıştır.















kısa bir süre için buradadırlar, görmek isteyenlerin acele etmesi önemle rica olunmaz! çünkü; bu sene göremeyenler, seneye inşallah yine bu vakitlerde erguvanları görebilirler. yine göremezseniz hiçbir şey kaybetmiş olmazsınız!...

not: bizler de kısa bir süre için dünyadayız. yapmamız gerekenlerin yapılması önemle rica (ayette de emir) olunur. çünkü; yaşanılan ömrün tekrar yaşanılması söz konusu değildir!..

yaşayamadıysanız çok şey kaybetmiş olursunuz!..

15 Nisan, 2011

İki Şehrin Hikayesi

Mekke; Melekler şehri

Bu kapının ardında, başka bir dünya



Göz seni görmeli




Sarılıp kara örtüne, kucaklamak seni




Aşkı bulmak için, gitte gel, gitte gel




Çok gerekli!!!

                 

Medine; Medeniyet Şehri

Ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim
Affa layık olmasamda







Seni diriymişsin gibi ziyaretine geldim








Sayende sayeban oldum Medine şehri



12 Mart, 2011

zilzal / 99

YER, o [son] müthiş sarsıntı ile sarsıldığında,

ve yeryüzü ağırlıklarını attı[ğında],
...ve insan: "Ona ne oluyor?" diye bağırdı[ğında],
o Gün yer, bütün haberlerini ortaya dökecek,
Rabbinin vahyettiği şekilde.
O Gün bütün insanlar, [geçmiş] fiillerini görmek üzere biri öbüründen ayrılmış olarak ortaya çıkacaklar.
Ve kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu(n karşılığını) görecek,
kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu(n karşılığını) görecektir.

18 Şubat, 2011

bunu söylemeye geç kaldım!!!


‎"bir bahar günü doğdun sen
baharın ta kendisi oldun sen"

Doğum / Sezai Karakoç


doğumunun 1440. yılında, seni daha çok özlesek, daha çok ansak, daha çok dinlesek(sünnete uysak)!

ve Sen!

"Dişlerin öpülen çocuk yüzleri
Güneşe açılan küçük aynalar
Sert içkiler keskin kokular dişlerin
İçinden geçilen küçük aynalar"

Köşe / Sezai Karakoç

21 Ocak, 2011

Asr süresi / 1.2.3.


DÜŞÜN zamanın akıp gidişini!
Gerçek şu ki, insan ziyandadır;
meğer ki imana erip doğru ve yararlı işler yapanlardan olsun, ve birbirlerine hakkı tavsiye edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden...

resim / salvador dali

15 Ocak, 2011

Sessiz Müzik / Sezai Karakoç


"Sizin evin duvarları taştan
Dumanıda mı taş"

fotoğraf / Ara Güler

12 Ocak, 2011

Ötesini Söylemeyeceğim / Sezai Karakoç




























"Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor"

11 Ocak, 2011

Keşke




"eşdeğeriyle yanyana yürürken
cehennem sokağında birey olmak,
ve en inceldikten sonra
ilkel sözcüklerle konuşmak seninle.


...saat beş nalburları pencerelerden
madeni paralar gösteriyorlar,
yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.


hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
keşke yalnız bunun için sevseydim sen"



Cemal Süreya