Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur” diye ortaya çıkabilir. İslam kolaylık dinidir diye kuşa çevirdiler hükümleri. Bir ara şişe dibi gözlüklü karikatürlerden fırlamış bir tip çıkartırlardı. Hayreddin Karaman, kendisi için “dört beyazdan kaçının, şeker, tuz, un, Zekeriya” demişti. Adam, kurbanı horoza kadar indirmişti; kadınlara da büyük kolaylık sağlamış göğüsler fora bir şekilde namaz kılmalarına cevaz vermişti. Otel odasında porno izlediği belgelenince de “ben ibret için baktıydım, vah vah ettim o kızları görünce…” demişti. Herkesin nefsi, zaafları vardır. Ama bütün dinler bu zaaflarla mücadele edip arınmayı hedeflemez mi? Yani din konusunda bir profesörlük söz konusu ise -ki bu çok saçma- bunun kriteri emirlere uymak ve yasaklardan kaçmak konusundaki hassasiyet olmalı herhalde. Rahmetli dedemin hiç ilmi yoktu, Allah’ın buyruklarını hiç sorgulamazdı; ama (herhalde bu yüzden) tertemiz bir kalbi vardı, onun seher vakti döktüğü göz yaşlarıydı benim idealimdeki din. Hiç kendi kitaplarını referans göstermemişti, zaten ne bir kitabı ne de reytingi vardı, Allah adına konuşup helalleri, haramları eğip bükmezdi, din onun haliydi, hayatıydı, oturuşu, kalkışı, nezaketi, selamı, tebessümüydü, şefkatiydi. İyi ki dedem bir ilahiyat profesörü değilmiş diyorum kendime, yoksa büyük ihtimalle ateist olurdum.
Bir başka profesör çıkmış her şeyi şirk ilan ediyor. “Dini müzik şirktir, camide peygamberimizin ismi, halifelerin isimleri olması şirktir, şefaat istemek şirktir, türbe ziyareti şirktir, şu şirktir, bu şirktir…” Zaten bir avuç dindar Müslüman var, onları da müşrik yapıp cehenneme gönderdin mi, cennet kontenjanı ilahiyatçılara kalıyor. Din, muhabbetle yaşanan bir şey, o muhabbet eksik olunca bildikleri insanın egosuna hizmet etmeye başlıyor. Kendi dışındakileri cahiller ve gafiller olarak görmeye başlıyor. Alim dediğin insanın toplumun sıkıntılarına çözüm getiren bir insan olması gerekir. Sorun çözmek yerine ortaya yeni sorunlar getiren bir insana alim denilmez. 1400 yıldır kelam, fıkıh, tefsir, hadis, tasavvuf ilimlerinin geldiği bir yer var. Yüzlerce yıl tartışılan sorunları yeniden ısıtıp kendi fikriymiş gibi ortaya dökmenin ne alemi var? İslam’da musiki üzerine yazılmış belki bin cilt eser var. İnsanın derdi reyting almak, egosunu tatmin etmek değilse zaten böyle tartışmalara girmez.
Bir diğeri çıkmış ısrarla ibadet dilinin Türkçe olması gerektiğini savunuyor. Bu konuda Fatiha’ya mahsus fetvasının hatırına yıllardır yerin dibine batırdıkları Ebu Hanife’ye (RA) kıymet vermeye başladılar.
Murat Bardakçı’nın “böyle adına kitaplar yazdığın kişiyle ilgili Neyzen’in bir şiirini istemiştin benden, bana yaz ver demiştin hani, açıklayım mı?” diye bahsettiği şiir nasıl bir şeydi bilmiyorum tabi ama Nuri’nin alnındaki soğuk terlerden içeriği anlaşılıyordu.
Yine Bardakçı “sen Türkçe mi kılıyorsun namazını?” diye sorduğunda “karıştırma benim namazımı” demişti. Nedir hocam bu Türkçe ibadet aşkı? Millet namaz kılmak için yanıp tutuşuyor da bir Arapçasını öğrenemediği için mi kılmıyor? Veya namazda Türkçe okuyunca ayetleri daha fazla bir huşu mu duyuyorsun, vallahi ben denedim huzurun, huşunun bunlarla bir ilgisi yok. Ağzından çıkan kelimelerin hangi dilde olduğunun hiç bir önemi yok. İmam Malik (RA), namazın kabul olması için namaz süresince Allah’ın huzurunda olduğu bilincinde olunmasının namazın bir şartı olduğunu söylüyor. Ebu Hanife (Allah ondan razı olsun) ise namazda bir an olsun huzurda bulunduğunu hissetmen gerekir diyor. Yani namazın hangi dilde kılındığından çok hangi hislerle kılındığıymış önemli olan, öyle mi hocam? Peki bu yaraya merheminiz var mıdır? Neden ibadetleri severek yapmıyoruz da, sıkıntıyla yapıyoruz. Eksik olan nedir? Zamanında dizinin dibinde oturduğunuz Hacı Ahmed Kayhan dede gibi mi ibadet edelim, Yaşar Nuri gibi mi? Hayır bir Yaşar Nuri takıntım yok Allah’a şükür ama Yaşar Nuri stili din konusunda hassasım. Modernleşme ile birlikte herhalde bir aşağılık kompleksiyle dinde reform çabaları baş gösterdi. Fikri hayata canlılık getirmek, ayetleri, hadisleri günümüz şartlarında anlamaya çalışmak çabası takdire değer. Ama işin çivisi çıkmış durumda. Ortalık mucizeleri bilimle açıklamaya çalışanlardan tut, Kur’an’da matematiksel işlemlerle (o da dört işlem, Allah haşa dört işlemden başka bilmiyor gibi) mucize arayanlara, evrenin sırrını çözdüğünü iddia edenlerle, bize yakin geldi artık ibadet etmemize gerek yok diyenlere modernist Kur’an yorumcularıyla doldu taştı. Bunlar pozitivist eğitimle büyümüş insanlar için bir süre cazip gelebilir, ama din ne matematiktir, ne fizik, kimya, biyolojidir, ne de Allah, kendisinin ispat edilmesine ihtiyaç duymaktadır.
Geleneksel din’in de uygulamada yanlışları çoktu ama en azından samimiyet, muhabbet, teslimiyet vardı. Ben bu ilahiyat profesörlerinden de, onların icatlarından da çok sıkıldım. Aile toplantılarında din meselelerinin ortaya atılıp tartışılmasından da ikrah ettim. İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi:
“Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder