22 Şubat, 2010

Alameti Faciaya Tepkisiz Kalmayalım!!!

Alameti farika’dan alameti facia!

Alameti farika isimli reklam ajansının hazırlamış olduğu vogue dergi tanıtım reklamı tam bir ifade ile rezalet. Bu rezaletin tv kanallarında ifşa edilmesi ise ne yazık ki felaket.

Yapılan bu reklam ile neyle boy ölçülmüş bilemediğimiz bir muamma... Yaptıkları şeye sevindirten, içlerine başarma duygusunu gıcıklatan, alçalışlarını alkışlayan kim ya da kimler bu da bize muamma...

Elbette bu işte payı olan yalnız mutfaktakiler değil. Mutfaktakiler zehirli menüyü hazırladılar. Bunun ikinci perdesinde o zehri sunanlar var. Yani tv kanalları. Ne cüretle bu reklamı yayınlarlar ve bu yayın nasıl olur da tepki görmeden günlerdir ekranları kirletir.

Öte yandan ne yazı ki birde bu zehri usulca içenler var!

Yaratana nesne sıfatı veren,

nesneyi tanrı gösteren,

İlk peygamberi suretlendiren,

Ve kutsal anne imajını zedeleyen, dünyalık çıkarları uğruna alçakca hazırlanmış ve yayına verilmiş vogue dergisinin reklamına gerekli tepki gerektiği şekilde gösterilsin... Bu zehir içilmesin... Kutsal değerlerin ayakaltı edilmesi karşısında kimse sessiz kalma hakkını kullanamaz...

Müslümanlar! Duymadım, görmedim, bilmiyorum demeyin... duyun, görün ve elleyin...



L. Y.



Rtük tel: 0.312.297 50 00

rtuk@rtuk.gov.tr

03 Şubat, 2010

Şehvar'ın 29. Sayısı / Zor iştir dergi

Mende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık menem Mecnun’un yalnız adı var / Fuzuli

Mektuplaşma

Saygıdeğer dostum,

Samimi düşünceleriniz için teşekkür ederim. Yazmak konusunda istekli fakat gayretli ve başarılı değilim. Yazabilmek için çok uğraşıyorum. Karşımda, beni nasıl dolduracaksın der gibi duran ter temiz beyaz sayfadan nasıl korktuğumu anlatamam. Kelimeler bana, kaşlarını çatmış, haylaz bir çocuk gibi davranırken, bense onlarla, dost olup güzel bir oyun kurmak için uğraşıyorum.

Uslübum konusunda söylediklerinizde hem fikir değiliz. Yazma alışkanlığım hep aynıymış gibi geliyor. Ama sizin düşüncelerinizi de elbette dikkate alacağım.
Öyle sanıyorum ki, ikinci okurumu da kazandım. Teşekkür ederim. Yazmaya niyetliyim ama yazabilecek hiçbir şeyim de yokmuş gibi geliyor. Yazabildiğim her metnin sonrasında “bir daha yazamam” düşüncesinin zihnimde hâsıl olmasına engel olamıyorum. Bu iyi midir kötü mü bilmiyorum ama daha çok çalışmam ve bir o kadar da sabırlı olmam gerektiğini biliyorum. Bunları şikâyet olarak değil de, size ve kendime, acemiliğimi tekar tekrar hatırlatmak, hatta hiç unutturmamak için yazdım.

Çalışmanın sonda ortaya çıkan metni seviyorum. Ama bunun oluşma süreci beni çok yoruyor. Ömer Seyfettin'ne göre, bu iyi. Söz ettiğiniz metni ben de beğeniyorum. Çünkü orada anlatmak istediğim şey güzeldi. Yazılarım böyle olacaksa yazabilmeyi isterim. Asıl memnun etmek istediğim malumdur sanırım. Hayırlısı neyse o olsun istiyorum.


“-Exuperyvari yazmış olduğunuz kale tadındaki…" kendimi "yazar"mış gibi hissetmemi sağlıyorsunuz. Bu kompliman karşısında mahcubum.

Ben sevmesem de, sizin sevdiğinizi biliyorum, aklıma geldi ve mektupla birlikte size bir Cemil Meriç kitabı gönderdim. Aslında yazmaktan çok okumayı seviyorum. Elimin altında iyi kitaplar varken ve zahmet çekmeden onları okuyabilecekken, yenisini ve mevcut olandan daha iyisini yazmakla uğraşamayayım diye aklımdan geçmiyor da değil. İşin kolayına kaçmak mı bu; eğer çalıştığında ortaya güzel metinler çıkıyorsa, sanırım evet.

Neden olduğunu bilmiyorum ama sizin bana karşı bir kırgınlığınız olduğu vehmindeyim. Edebiyat ikimizin de ilgi alanı. Bu konuda benden daha iyisiniz, bundan dolayı sanırım sizi fazlaca rahatsız ediyorum. Gerekli, gereksiz sorularımla, bazen de ters davranışlarımla sizi üzmüş olabilirim. Amacım sadece bilgi ve tecrübenizden yararlanmaktır.
Rahatsızlık vermek konusunda kendimi savunmak gibi bir hakkım yok ki; ilk baştan beri, rahatsızlık veren benim, tekrar, tekrar ve tekrar...

“-Benim yapmış olduğum bir hatadan dolayı böyle düşünüyorsunuz…” diye yazmışsınız. Nasıl yaptıysam, bana karşı bir kusur işlemiş olabileceğinizi size düşündürmüşüm, benden özür diliyorsunuz. Sizin kusurunuz; bana gösterdiğiniz nezakettir. Aslında şımarık ve eziyet eden biri de değilim. Belki de ne yaptığımı bilmiyor gibiyim.


“-Bir soru, ilk adımı atan kim? her zaman her zaman” demiştim, sizin buna verdiğiniz latif cevap ise, kendime karşı bir suçlama ya da sitemin olup olmadığıydı. Belki de haklısınız. Ben yalnız kendi adıma sizi yoruyor olmaktan çekiniyorum. Ama bana göstereceğiniz her türlü yardıma ihtiyacım olduğunu bildiğim için de yazmaktan geri duramıyorum.
Göstermiş olduğunuz tahammül karşısında, dilimin tutulması gerekiyor. Ama ben nedense daha geveze olduğumu düşünüyorum. Siz ise bana, gevezeliğimin sadece iki satır olduğunu söylüyorsunuz. Uzun uzun konuşamadığım gibi yazamam da. Halbuki ne çok isterim, konuşmayı ve yazabilmeyi.
Çok kelimesini kullanırken dikkatli olunması gerektiğini de biliyorum. Bazen, mesela "çok üzüldüm" diyorum sonra düşündüğümde, üzüldüğümü ama çok olmadığını görüyorum. Kelimeleri israf etmek, gerektiğinde onların yerine kullanılacak kelimeyi bulamamak, beni korkutuyor.

Bunu söylemekten hicap duyuyorum ama yazışmalardan memnunum. Çünkü; yazmak konusunda tembellik yapmamamı ve olgunlaşmamı sağlıyorlar.


Size yine yazacağım. Zamanı, kalemi ve kelimeleri israf etmeden. İyi günler.



Her daim dostunuz







<><><><><><>



Şehvarda bu ay yine güzel konulara yer vermeye çalıştım. Namazın hayatımızdaki yerini farklı bir şekilde Kâmil Yeşil’den, unutulan bir dostu Zeki Bulduk’tan, unutulmaz sevgiliyi de Mevlüt Özcan’dan okuyalım. Nuri Balkanoğlu’yla da aynı konuyu seçmemiz ne güzel bir tevafuk. Gayret bizden yardım Allah’tan.

Kalem / Nuri Balkanoğlu

Merhaba dostlara, merhaba büyüklere, merhabalar olsun sevgili kardeşlere. Ne güzeldir bizim yozlaşmamış Türkçemiz. Yedi harften (Latince) oluşan merhaba, kaç kelimeyi ve cümleyi üstlenmiş. Müslümanlar arasında bir nevi selamlaşma şekli olup, rahat ve serbest olun, hoş geldiniz manalarını da ifade eder. Ben şahsen sizlerle gayet rahatım. Dergimizin imtiyaz sahibesi hanımefendinin onayıyla, bundan böyle siz sevgili okurlarımız tarafından da kabul edilirsek iki ayda bir yayınlanan Şehvar’da acizhane ve nacizhane, kalemimiz hak üzere kelam yazar inşallah. Bunun hoşnutluğundan dolayı, önce editörüme sonra siz okuyup yazan dost ve kardeşlerime minnettarım. Şehvar’daki bu ilk makalemde Kalem başlıklı yazımı irdelemek istedim.

Dergimizin yayın hattı şu an için İstanbul ve Ankara, temennimiz tüm ülke sathı ve İslam ülkeleri. Şu an için bu hazır vakitte biz bizeyiz. Bu dar dairede ben ne yaparımda okuma alışkanlığını kazanabilirim diye düşünüyorsak, Bismillah deyip elimize bir kalem alalım. Bulduğumuz temiz kağıda veya bir kartvizite ya da zaman ayırıp bir kırtasiyeden hoşunuza giden bir kartpostalı seçelim. Olmaz diyorsanız elinizin altında bulunan bir dergiden ya da bir gazeteden, değer verdiğiniz manada, kesip çıkartabileceğiniz, manzara, çiçek veya bir mahluk resmini kağıda yapıştırıp kartpostal haline getirmektir. Bunda önemli olan sevdanın saygın yansımasıdır. Bunu sağlayacak şey, yüreğine tercüman olan kendi elinin tuttuğu kalemden dökülen mürekkebin harflerle şekil almasıdır. Kelimeler cümleleri, cümleler yüreğini ifade edecektir.

Cenabı Allah, Peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) oku hitabını Cebrail (a.s.) vasıtasıyla emir buyurur. Biz inananlar birbirimize mütemadiyen, günümüze kadar gelen bu ilahi emir ve ifadeyi okumanın ehemmiyetini anlatır dururuz. Muhakkak ki doğru olan bir şey üzerinde yoğunlaşıyoruz. Oku, oku. Okumak bu asrın hastalığı olmalıdır. Umumi manada dünya ülkeleri içerisinde en geri kalmış bizim ülkemizdir. Ülkemizi geçelim bizlerin okuma alışkanlığı ne düzeydedir…

Yüce Allah oku emriyle okumayı emreder. Önce yazmalı sonra okumalıyız. Çünkü, yazı olmadan okuma olmaz. Eğer şanı yüce Allah bunu böyle takdir etmeseydi derdi ki konuşun konuşun. Günümüz insanlarının en güzel yaptığı şey mütemadiyen konuşmaktır. Evet sevgili dostlar, konuyu fazla dağıtmayayım. Kanaatimce, okumayışımızın sebebi yazmıyor oluşumuzdur. Bir düşünelim lütfen, en son ne yazdık? Resmi bir daireye dilekçe mi? Televizyon izlerken programa katılmak için verilen telefon numarasını mı? Yoksa şifalı otların reçetesini mi? Ya da gazetelerin önümüze sürdükleri kelime bulmacalarını mı? Bunlar bile aslına iyidir. En azından kalem tutma alışkanlığımızı devam ettirir.

Sevgili kardeşlerim, 1981 yılında askerdeyken, akşamları, gelen mektup postaları dağıtılırdı. Askerler toplanır, her biri can kulağıyla adının okunmasını bekler dururdu. Kimine hiç gelmez, kimisine üç beş mektup bir anda gelirdi. Her mektuba cevap vermek için istirahat saatleri beklenir, hazırda bir kalem ve kağıt da bulundurulurdu.

Kelamlar önce kalemle yazılır, sonra okunurdu. Bunu benden büyük olanlar ve yaşıtlarım iyi bilirler. Bu erkekler cephesinden küçük bir örnek. Ya hanımlar tarafı? Gurbete gelin olmuş halalarımız, teyzelerimiz, ablalarımız, kızlarımız ne kadar kelime sarf ettiler, azıcıkta olsa özlemlerini hafifletebilmek için. Ya okur yazar olmayan analarımızın sevdiklerine bir mektup yazdırabilmesi ve kendisine gelecek cevabın beklentisi içerisinde olması nasıl bir gayrettir. Nihayetinde bütün bunları düşünmek mazide kaldı. Teknoloji kara delikler gibi bu hatıraları, yıldızları yutarcasına yok etti. Postanelerin yerleri unutuldu. İşlevleri değişip, bankacılık hizmetine başladılar. Süratle ilerleyen zaman, eskinin tatlı hatıralarını (kağıt zarf kartpostal) ve klasik malzemelerini yok edecek. Teknolojinin nimetleri arttıkça, bizi ayakta tutan ruhumuz, yavaş yavaş çökerken, bizler de bunu olayın dışındaymış gibi sadece izleriz. Teknoloji bizleri telefonla, internetle tanıştırdı. Klavye vasıtasıyla kelimeleri eksilterek (slm) yazmaya alıştık. Mail aracılığıyla da evlerimizin adreslerini dâhi unuttuk. Elektronik adreslerle bir birimize ne kadar yakınız? Ciddi manada, ruhumuz, benliğimiz, aile, akraba ve komşuluk ilişkilerimiz suni bir hal almakta. Kucaklaşıyoruz görüntüsüyle uzaklaştığımızın yediden yetmişe farkında olmalıyız. Bunun için siz sevgili akrabalarım, dostlarım, kardeşlerim, ellerinizden öptüğüm büyüklerim, yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi, bir kağıda, kartvizite, kartpostala, sevdiğiniz ya da dargın olduğunuz bir dostunuza, kendi kaleminizden çıkan bir sevgi sözcüğünü bir hatıranızı daha geç olmadan yazın. Yakında bunları ifade edecek cümleyi sığıştıracağınız birkaç santimetrelik yeri bulamayacağız…


Hiç beklemezken, dostunuza sizden giden zarfın içinde bir kartpostala sığacak kelimelerin ötesinde, sizden ona gönül pınarları akacaktır. Fiziksel olarak kucaklaşmasanız bile ruhen hemhal olacaksınız. Düşünün, o dostunuza giden zarfın üzerinde el yazınızla yazılmış saygı ifadesinin anlamını. İsminin altındaki adresine posta pulu yapışmış bir zarfın postacının vasıtasıyla o dostunuzun kutusuna zarfı değil de sizi yerleştirmiş olsun. Kutuyu açan kişi anneniz, babanız, canınız, cananınız, evladınız, her kim ise hep alışık olduğu fatura zarfları, kredi kartı ihbarları yahut mahalle esnafı reklamları arasından sizden bir parça bulması, kalem ve kağıtla ifade edilmiş, sıcak, samimi sözcükleri açıp okuyan dostunuza hangi telefonla ve hangi maille bu hissiyatı verebiliriz. Bu manevi kucaklaşmayı, ondan da size gelecek olan mukabeleyi yakalamak biraz özveri isteyecektir. Üşenmeyeceğiz bir sürpriz yapıp belki de kapı komşunuza posta aracılığıyla sevgi ifademizi yollayacağız.

Önce kalemle yazacak sonra okuyacaksın. Sonra o yazacak ve sen tekrar okuyacaksın. Selam ve saygılarımla. Konunun devamı inşallah öbür sayıya.

Hamd Edenin Sûreti Başka Olur! / Zeki Bulduk

Bir Yüzden Gözüme Düşen Damlalar

Yüzünde oyun izi olmayan adamları severim. Kendini günübirlik yalanlara teslim etmeyecek kadar mutmain yüzlerin de olduğunu öğrendim zamanla. Hele ki maskeleriyle ve buğulu sözleriyle insanları etrafına toplayan nice bezirganın olduğu bir dünyada; yüzüne bakınca utandığım insanları sevdim.
Ne, şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır; ne de bir şeyhe bağlanmak bir kula kul olmaktır diyeceğim. Derdim tarikatlar, tasavvufun asıl mı çerçeve mi olduğu da değil. Ruh güzelliği ya da insan-ı kamil olma yolundaki rehberlerden de dem vurmayacağım.
Sadece, bir yüz gördüm ve “bu yüz katışıksız bir müslüman yüzüdür” dedim. “O yüze bakan insanlar Allah’tan gayrısını düşünemezler” diye düşündüm. Lakin o yüze bakınca akıllarına Beykozdaki villalar, şeyh efendi amma da çok severmiş nike ayakkabıları diye haset edenleri ayrı tutuyorum tabii.


Dayan kalbim dayan!


Bu ülkede 28 Şubat sürecinde ve sonrasında belki de en çok medyatik ve şiddet içeren saldırılara maruz kalan bir cemaatin büyüğünden bahsetmeye çalışıyorum. Aslında, haddim değil Mahmut Efendi hakkında bir biyografi çalışması yapmak. Zira bu konuda yetkin değilim. Ancak, sureti insana ferahlık veren çok az insan arasında olmasa, Allah yaptıklarından razı olsun, der ve elimi çekerdim klavyenin üzerinden. Bir mümin yüzü gördüğümde “dayan kalbim dayan!” derim. Zira, bilirim ki müminlerin sureti Rablerinden tecelliler taşır.
“Eğer benim bir sünneti dahi yapmadığıma şahit olursanız bana tâbi olmayın…” diyebilecek kadar gittiği yoldan emin, yorgun ama zihni hala dinç, gülümsemesi bir dua gibi yüzüne oturmuş, hareketlerinde dokunduğu nesneyi, bastığı toprağı incitmek istemeyen bir naiflik var. Bakışları öyle insanın içini okurmuş gibi değil; gördüğü ayıbı örtmeyi bir erdem bilen insanın hoşgören bakışında. Hani, “öyle bir baktı ki yüreğimi okudu, “der, Çağrı filminde bir putatapan, Efendimiz için. Evet, Efendimiz, küfrü aleni yapana ezici ve delici bir nazarla bakarmış. Lakin, Efendimizi rehber alan nice Allah dostu gibi müşfik olmanın da sünnet olduğunu daima gözlerinde bir bilinç ışığı olarak hazır tutan güzel insanlardan Mahmut Efendi.


Dua ferahlığı!


Bir fotoğraf karesinde, yanında, hazzetmeyeceğiniz bir adam dahi olsa, o adam güzelleşmekte, Allah dostunun yüzündeki tebessüm ve dua ferahlığı hazzetmediğiniz insanın suretini güzelleştirmekte… Bugüne kadar yüzüne baktığımda, “işte bu adam müslümandır!” dediğim üç güzel yüzlü insandan biridir Mahmut Ustaosmanoğlu. Zira, her bakışınızda bir daha bakmak istersiniz. Tekrar tekrar bakışınızda o çocuk masumiyetini, peygamber sevgisine ve sünnete râm olmuş hali hisseder, aklınıza kullardan sakladığınız günahlar gelir; utanırsınız. Hangi cemaatten ya da hangi mezhebten yahut hangi partiden olursanız olun, kalbinizde Efendimize doğru akan bir sevgi ırmağı varsa, mutlaka Allah dostu hoca efendinin yüzüne meftun olursunuz.
Fatih Camii avlusunda, bir ikindi namazı öncesi elini öptüğümüz, bu ülkede hakkında olmadık iftiraların dolandığı belki de yine bu ülkenin en büyük cemaatinin büyüğünü gördüğümde de aynı hisse kapılmıştım. Hatta, herşeyi geride bırakıp “düş peşine!” diyen bir ses uzun süre çınlamıştı kulaklarımda.


Bir kelebek konmuş gibi...


Aşklara dair, Allaha dair, kadına dair çok konuşur insanlar. Bazen, tasavvuf denizinin kenarında yüzme denemeleri yapanlar - ki ben de bu gruba dahilim- ilahi aşk adına mangalda kül bırakmazlar, -güya- Allah dostlarıyla Bostan ve Gülistan’da at koştururlar… Bu at koşturma sırasında ıskaladığımız bir dervişin o mütebessim çehresine bir kelebek gibi konmuş aşk izi ki… bizim idrakimizin görmek istemediği bir serap olur… Ama serap gibi öyle uzakta duranın, yani Allah dostunun hali sinmiştir resimlere. Ben, resimlere bakarak aşık olunan bir devre doğru gidiyorum Mahmut Ustaosmanoğlu’nun, Atasoy Müftüoğlu’nun, Süleyman Hilmi Tunahan’ın, ilh.

Suretlerini her görüşümde.



Ölmeden önce ölmek, demişti büyüklerimiz… sanırım ölmeden ölmek abdest ferahlığında, dua gülümsemesinde, aşk ile şevk ile de olabilliyor ki; ülkemin amiral gazetelerinin saldırdığı bir güzel insana, bir Allah dostunun yüzüne baktığımda ölmeden ölesim geliyor; tüm dünyayı bir kenara itmenin ve rızayı bari için yürümenin damla damla süzüldüğü bir yüz. Sireti suretine vurmuş olan kaç adem var şunun şurasında? Kitaba, insana, kalbe ve dünyaya dokunurken yüzü buruşmadan zikr eden ve ilme her dem hakkını veren bir güzellik var fotoğraflarda.
Dinginlik, duruluk, sadelik, sabır, neşe, dua, hasenat bir yüzde ancak bu kadar sıkı mündemiç olabillirdi. Üç tane üzümü elinize alıp, şükrederek yemek ve ihsanın Allah'tan olduğunu bilmek yazılıdır bazı yüzlerde. O yüzlerden birini gördüğünüzde sizin suretiniz de ferahlar. Yüzü bir harita gibi olan Allah dostuna bakıp, o haritanın ırmak çizgilerinde ağlamak isterdim hamd makamında…
Mahmut Efendi’nin seyahatleri sırasında yanında bir tuğla bulundurduğu, ihtiyaç halinde bu tuğladan teyemmüm yaptığı anlatılır… Bazen o tuğlayı kafamda kırasım gelir, siretim suretime yansıyıp dünya denilen maskeli baloda kendimden, kalbimden, ilimden ve direnmekten vazgeçtiğimde!



dunyabizim.com

Hayat (benim için) Beş Vakittir / Kâmil Yeşil

Şeyh Galib insan için "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen" der. Yani insan küçük bir kâinattır. Ve insanlığın babası ilk insan, ilk peygamber Hz. Âdem, elif ile başlar. Elif, Adem’in şahsında ayakta duran canlıların yerini tutar. Dal harfi hayvanattan rükû halinde olanları, mim ise sürüngenleri temsil eder. Bu üç tür varlığın vaziyetleri de namazda toplanmıştır. (Kıyam, rükû ve secde) Ve Müslüman, namaz kılmakla, namazda "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" demekle bütün bu varlıkları da seslendirdiğini zımnen ifade etmiş olur.

Dünya hayatı güneş merkezlidir

Dünya hayatı güneş merkezlidir ve güneş sadece hayatın değil; ibadetin de ölçüsünü verir. Belki güneş sadece ibadet ve hususiyle namaz için yaratılmış gibidir. Bunun dışındaki fonksiyonları tali fonksiyonlardır. Güneşin doğması ile hayatın (ibadetin) başlaması ve namazın bu iki olayı birleştirmesi dikkat çekicidir.

Gece gebe bir kadındır.

Gebelik ile bizim yaşadığımız kâinatın karanlığı aynı şeye işaret eder. Çünkü çocuk, ana rahminde; insanoğlu dünya gezegeninde karanlıktadır. Ve doğum yaklaşmaktadır. Sancılar artmış, hasta doğumevine kaldırılmıştır. Güneş, bizimle beraber "nur topu" gibi doğar.
Biz anamızdan 'doğarız'; güneş de ‘doğu'dan yani kainatın rahminden.
Doğum tarihimiz günü ve saati ile çok önemlidir. Güneşin doğacağını müjdeleyen fecr-i sâdık belirmişse şükür secdesine hazır olmalıyız. Bu, sabah namazıdır. Namazla hem biz doğarız yeniden, hem doğacak olan güne karşı duamızı okuruz.
Esenlik dileğimizdir. Gün/doğum ibadetle başlamıştır.Ve gün doğmadan neler doğmuştur.

Öğle namazı sıcak bir olgunluktur

Doğarız ve bir "gün(eş)" ile birlikte çocukluğumuz da başlar. Güneş tepemize doğru dikilmeye yol alırken biz çocukluğumuza doğru koşarız. O, tepeye çıkıncaya kadar sıcaklığı ile olgunlaştırır bizi; renk ve tat katar bize. Öğle namazı sıcak bir olgunluktur: Ve şükrü gerektirir. Ezan zaten bizi çağırmaktadır.

Gölgemiz uzar, ömrümüz kısalır

İkindi, ihtiyarlığın alâmetidir. Gölgemiz uzar, ömrümüz kısalır. Bizimle birlikte güneş de fer'ini kaybetmiş, güçten, takatten kesilmiştir. Siması sararmıştır güneşin, benzi solmuştur. İkinci gün gelmeyebilir.
Hemen kapanmalı secdeye: İkindi namazı. Gerçekten öyle olur ve güneş bizi terk eder. Vakit sekerat-ı ölümü işaret eder. Her iki mânâda 'dünyamız' kararmıştır. Güneşimiz batmış, yıldızımız sönmüştür. Kıyamet kargaşasıdır yaşanılan. Korku ve heyecan ile tekrar ineriz secdeye.
Akşam namazı hasta ruhlara şifadır.

Uykuda maveraya uçarız ruhumuzla

Yatsı, ölüm sonrası, kabir hayatıdır. Siz buna arasat da diyebilirsiniz; bilenler isterse berzah âlemi de diyebilir. Artık bizim için yeni âleme açılış başlamıştır. Meçhûlün kapısını çalmak için elimizde tek âsâ vardır. Uyku ve rüya. Uykuda maveraya uçarız ruhumuzla. Bazen bir beşaretle döneriz oradan. Sabah gibi âyân olur gördüklerimiz. Hatta sabahı görürüz rüyamızda. Öyleyse namazla girmek gerekir uykuya. Dünyadan çıkacaksak bu girişimiz gibi olmalıdır. Namazla. Yatsı namazı bizi teheccüde kadar götürür ve teheccüdün kollarına bırakır.
Sabahı severiz ve ümit ederiz.Çünkü biz diriliş erleriyiz ve yeniden dirilişe inanırız. Bir an önce diriliştir beklediğimiz. Ölümün kardeşi uykudan uzaklaşmak isteriz. Güneşi karşılamak, yeniden doğuşa şahit olmaktır niyetimiz. Sabah secdesi (namazı) ile doğuşumuz yeniden başlayacaktır.
Allahüekber!

dunyabizim.com

Kime beziyoruz? Mevlüt Özcan

Yeryüzünün gelmiş ve gelecek olan en büyük insanı Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir.

İnsanlara huzursuzluktan başka bir şey getirmeyen beşeri ideolojilerin kıskacı altında inim inim inlemekte olan insanlığa tek kurtuluş yolunu sağlayacak olan O'nun açtığı aydınlık yoldan gitmektir..Hiçbir kimse, Hz.Muhammed (s.a.v.) kadar temiz olamaz. Elbiselerinin temizliğine sürekli dikkat eden Peygamberimiz, ağız sağlığına da çok dikkat ederdi. Diş temizliğinin ana maddesi olan misvak kullanmayı ihmal etmemiş, bunu ümmetine tavsiye etmiştir.

Rasûlullah vakitlerini çok iyi kullanırdı. Bundan dolayı hayatı düzenliydi.

Kendisini ne büsbütün dünyaya ne de ahiret için çalışmaya verirdi. O'nun her şeyi vasat (orta) idi. Günün bir kısmını ibadete, bir kısmını dinlenmeye, bir kısmını insanlarla ilgilenmeye, bir kısmını da çalışmaya ayırırdı.
Çok vefakârdı. Kendisine yapılan iyiliği hiç bir zaman unutmazdı. Kendisine maddi-manevi destek olan Hz.Hatice radiyallahu anhe'yi hiç bir zaman unutmamış, onu daima hayırla anmıştır.

Son derece adil ve insaflıydı.
Af etmesini severdi.
Kimseden intikam alma yoluna gitmedi.
Nefsine yönelik işlenen hataları affederdi.
Adâleti yerine getirme noktasında asla taviz vermezdi.
Allah'a olan inanç ve güvenini hiçbir zaman asla kaybetmemiştir.
Müşrikler tarafından kendisine yapılan uzlaşma taleplerine kesinlikle yanaşmamıştır.

Yeryüzünün en cömerti Rasûlüllah (s.a.v.) idi. Kendisinden bir şey isteyeni hiçbir zaman asla geri çevirmemiştir. Yoksulları dâima kendisinden çok düşünürdü.

Alçak gönüllüydü. Asla büyüklük taslamazdı.
Kimseye elini öptürmezdi.
Çarşıdan alışveriş yapardı.
Ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu.
Hastaları ziyaret eder, onlara ümit verirdi.
Başkaları konuşurken onların konuşmalarını kesmez, kendilerini dinlerdi.
Huyu yumuşak ve nazikti.
Sâde bir hayatı vardı.
Kaba ve kırıcı değildi.
Kimseyi azarlamazdı.
İnsanlarla şakalaşırdı.
Yüzü sürekli tebessümlüydü. Tebessüm etmenin sadaka olduğunu söylerlerdi.
Hanımlarıyla çok yakından ilgilenirdi.
Ayakları şişinceye kadar ibadet ederlerdi. Allah'ın azabından en çok korkandı; lakin, Allah'ı en fazla seven de O idi.
Yaşayan bir Kur'an idi.

Doğruluk ve dürüstlüğün zirvesinde O (S.A.V.) vardı. Mekke'nin en azılı müşrikleri bile O'nun doğruluğunu kabul ettiler ve O'na "Muhammed'ül Emin" (en güvenilir insan) dediler.

Kalbi şefkat, merhamet ve insan sevgisiyle doluydu.
"Âlemlere rahmet olarak" gönderilmiştir. (Enbiya Suresi, A:107)
O, yetimlerin babasıydı. Yetimlere iyi davranılmasını emrederdi.
Asla kızmazlardı. Kızgınlık emareleri de göstermezlerdi.
Çünkü O, âlemlere rahmetti.
Ya biz ey Müslüman?
Hayatımız Peygamberimizle uyuşuyor mu? Söyle bakalım...

Milligazete

Kırkambar

Kaşıkçı Elmasının Hikayesi:

Müverrih Raşit Beyden: 1699 yılında İstanbulda Eğrikapı çöplüğünde dolaşan baldırı çıplak takımından bir adam yuvarlak taş bulur.Bir yaymacı kaşıkçıya giderek üç tahta kaşığa değişir. Kaşıkçı, bu taşı götürür, bir kuyumcuya 10 akçaya satar. Kuyumcu taşı arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca beriki sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Mesele Kuyumcubaşıya akseder. Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe vererek taşı alır. Fakat bu sefer de olayı sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa duyar, taşı kendisi için satın almaya hazırlanırken, mesele Padişaha akseder. Dördüncü Mehmet bir Hattı Hümayun ile elması Sarayı Hümayuna getirtir ve Saray elmas traşına verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince meydana 48 kratlık nadide bir elmas çıkar. Kuyumcubaşıya Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese bahşiş ihsan olunur.



Kısa… Kısa…


Sabah ve öğle namazı arasında kılınan namaz Kuşluk namazdır.
Kıbrıs halife Hz. Osman zamanında fethedilmiştir.
Şaban ayının 15.gecesi Berat kandilidir.Bilerek kasıtlı bozulan ramazan orucu Kefaret gerektirir.
Önce müslüman sonra kafir olan kimseye Mürtet denir.
Bedir savaşı hicretin 2. yılında olmuştur.
Hz. Ebu Bekir Miladi 634 yılında vefat etmiştir.

Bunları Biliyor musunuz?


Kaşlarımızı yukarı kaldırmak için 30 kası harekete geçirmemiz gerekir.
Bir bal arısı, bir çorba kaşığı bal yapabilmek için 4200 çiçeğe konar.
Yeni Zelanda, dünyadaki her türlü iklimin yaşandığı tek ülkedir.
Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla şeker vardır.
Yetişkin bir insan günde ortalama 23 bin kez nefes alır.
Baykuş mavi rengi görebilen tek kuştur.
Bir Bangladeşlinin bilgisayar alabilmesi için başka hiçbir harcama yapmadan 8 yıl çalışması gerekir.
Bir insan yaşamı boyunca iki yüzme havuzunu dolduracak kadar tükürük salgılar.
Eşeklerin göz konumu öyledir ki, her zaman dört ayaklarını da görebilirler.
Hastalanmayan tek hayvan köpek balıklarıdır.
Niagara Şelâleleri`nden saniyede 63 milyon litre su akmaktadır.