Sorsanız hepimiz çok seviyoruz çocuklarımızı. Ama hiç gözümüzü kırpmadan yıllar boyu sürecek bir mahkûmiyete gönüllü yazdırıyoruz onları. Kaynağını bizim başarısızlıklarımızdan ve sonu gelmez gelecek kaygılarımızdan alan kıyıcı cenderenin içine sokuyoruz. Beş ya da en çok altı yaşında başlayan yirmili yaşların ortalarına kadar süren bir kâbusun, dünyaya kapalı bir hücre hayatının içine...
Çocukluklarını, gençliklerini, ilk olgunlaşma yıllarını ellerinden alıyor ve işe yaradığı kuşkulu birer imzalı kâğıt veriyoruz ellerine. Aldıklarımızla verdiğimiz arasındaki fark korkunç... Ama sorarsanız biz çok seviyoruz onları, ne yaparsak sevdiğimizden yapıyoruz. Hayatta sıkıntı çekmesinler, rahat yaşasınlar istiyoruz. Ama çocukluğu, gençliği, ilk olgunlaşma yılları hiç yaşanmamış bir hayat hangi güzel geleceğe bağlanabilir? Okuldan dershaneye, hazırlıktan sınava bir pingpong topu gibi gidip gelen bu genç dimağlar, yaşamanın, insan olmanın, ruhlarını derinleştirecek duygulara sahip olmanın şuuruna ne zaman erişebilirler? Okullarda ne öğretiyoruz onlara?
Dürüst olalım; daha çok sınavlarda işlerine yarayabilecek şeyleri, hayatta değil! Sınavlar ne kazandırıyor peki bize! İyi ihtimalle bir iş, kötü ihtimalle sadece bir diploma! Ya hayat bilgisi! Maalesef adı var kendi yok bir bilim bu okullarda! Hem zaten hayatın bilgisi, dört duvarın içine hapsederek öğretilebilir mi çocuklara? Sınavları bile boşlukları doldurmak, şıklardan birini seçmek üstüne... Cümle kurmak, tarifini yapmak, tasvir etmek, hayalini kurmak, doğrusunu aramak gibi zihin açıcı-kalp kuşandırıcı çabalara yer yok. Bunlara vakit yok! Biz bir yere yetişmek zorundayız! Nereye? Daha güzel yarınlara!
Peki bugün? Bugünleri o güzel yarınları elde edebilmek için bozdurup harcıyoruz! O güzel yarınlar mutlaka gelecek mi? Bilmem, ben kırk yıldır bekliyorum, gelmedi. Hayatımda güzel olan ne varsa, o yarınların peşinde koşuşturmaktan vazgeçme cesaretini gösterdiğim zamanlardan kalma! Ne zaman bugünle ilgilendim, gerçekten bir hayatım oldu, yaşanılabilir, dokunulabilir, hissedilebilir... Biliyorum ki o güzel yarınlar insafsızca uydurulmuş bir ütopya! Kedi kuyruğunu kovalayarak ne yakalayabilirse, bizim o ütopyanın peşinde koşarak elde edeceğimiz şey de odur. Kabul etmesi zor ama çocuklarımızın da öyle! Etrafınıza bakın! Eğer gerçekten samimiyetle, dürüstlükle, açık gönüllülükle bakıyorsanız, göreceksiniz: Hayatın içi hızla boşalıyor! İnsan sayısı arttıkça insansızlığı artıyor dünyanın! Bu zamanın bize oynadığı bir oyun mu?
Değil, bu berbat tuzağı biz kendi ellerimizle kuruyor kendimize!
Çocuklarımızı seviyoruz evet, ama sevme biçimimiz solduruyor onları. Ne hissedeceğini bilmeyen, hayattan alamadığı duyguları klişelerden alan, insan olmaya çalıştıkça endüstriyel ağlara yakalanan, yaşamaya çalıştıkça esaretini büyüten oyuncaklar olmaya mahkûm ediyoruz. Bizden daha iyi bir hayatları olsun diye yaptıklarımız, hayatsız bırakıyor düpedüz onları! Ve işin asıl kahırlı yanı, farkında bile değiller aslında yaşamadıklarının, yaşayamadıklarının! Ve işin asıl acıklı yanı, bizim kurduğumuzdan çok daha güzel bir dünya kurmalarını bekliyoruz bu çocuklardan. Bunu yapmayı gerçekten istediklerini farzedelim; neyle kuracaklar o dünyayı, hangi hayat bilgisi, hangi insanlık tecrübesiyle! Zevkleri trendlerden, duyguları dizilerden, kahramanları kliplerden, öfkeleri sloganlardan, idealleri testlerden, fikirleri klişelerden, hayalleri bizim kahrolası hedeflerimizden...
Gerçekten ne bekliyoruz biz çocuklarımızdan?
YeniŞafak Gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder