Zahm-ı aşka gelip merhem sarmağa
Ferhâd olup bir gün bağrın yarmağa
Kudretin yoğise Beyt'e varmağa
Gönül Beytullah'tır ziyaret eyle / Seyrani
Siteme hoş geldiniz.Burada yayınlanan yazılar benim okuyup da beğendiğim ve sizlerle paylaşmak istediğim, kaynak gösterilerek yayınlanan yazılardan oluşuyor.Blog sahibesi olan ben, siz misafirlerime keyifli okumalar diliyorum.
02 Nisan, 2010
Ey Müslüman Genç / Editörden
Ey Müslüman Genç!
Şunu bilmen gerekiyor ki; ilerlemeye çalıştığın bu yolda, önce kendini sonra da seninle birlikte ilerlemeye çalışanları kollamalısın. Tali yol ve ana caddedeki rotanı bilmeli, buralardaki kurallara uymalı ve herhangi bir hatan karşısında ne yapacağını iyice öğrenmelisin. Bunu başarmaya çalışırken senden önce bu yollardan geçmiş olanların tecrübe ve bilgilerinden yararlan. Çünkü; senin ancak başına geldiğinde fark edebileceğin hataları onlar senden önce bizzat yaşayarak gördüler. Keşke, onlarda kendilerinden öncekilerin tecrübelerinden faydalansaydılar da aynı hatalarla karşılaşmasaydılar. Yaşanmış olan hatadan bir ders alındıysa ancak o zaman faydası olacaktır.
Ey gayretli genç!
Geçtiğin yolda bazen hızla ve düzgün ilerlersin. Ayağın kaymaz, takılıp düşmezsin. Böyle olduğunda sevinir, coşar daha çok yol katetmeyi istersin. Hızını arttırdıkça artırırsın.
Aman dikkat!
Bu durumda her zamankiden daha temkinli olmalısın. Çünkü hiç beklemediğin anda en küçük hatan alimallah seni yüzükoyun yere kapaklanmaktan kurtaramaz. Bunu yaşadığında, toparlanıp ayağa kalkman, yanından geçenlerin de sana sürekli çelme takmalarıyla, elbette ki zaman alacaktır. Bozulmuş olan dengeni tekrar bulman seni uğraştırsada sakin yılma. Tökezlemeden önceki durumundan daha temkinli ve kararlı, başarılı olma azminle yola tekrar girmeye çalış.
Ey tecrübesiz genç!
Şunu unutma ki, yol boyunca seninle birlikte olacak ve seni yolundan saptırtmaya çalışacak olan dahili ve harici yoldaşların olacaktır.
Aman uyanık ol!
Çok iyi bildiğim bir yol bu deyip de gafil avlanma. İlk başta gösterdiğin dikkati ve özeni yolun sonuna gelene kadar muhafaza et. Ancak böyle davrandığında emniyetli ve rahat bir yolculuk yapmış olacak, yolun sonuna geldiğinde de inşallah ödülünü alacaksın.
Şunu bilmen gerekiyor ki; ilerlemeye çalıştığın bu yolda, önce kendini sonra da seninle birlikte ilerlemeye çalışanları kollamalısın. Tali yol ve ana caddedeki rotanı bilmeli, buralardaki kurallara uymalı ve herhangi bir hatan karşısında ne yapacağını iyice öğrenmelisin. Bunu başarmaya çalışırken senden önce bu yollardan geçmiş olanların tecrübe ve bilgilerinden yararlan. Çünkü; senin ancak başına geldiğinde fark edebileceğin hataları onlar senden önce bizzat yaşayarak gördüler. Keşke, onlarda kendilerinden öncekilerin tecrübelerinden faydalansaydılar da aynı hatalarla karşılaşmasaydılar. Yaşanmış olan hatadan bir ders alındıysa ancak o zaman faydası olacaktır.
Ey gayretli genç!
Geçtiğin yolda bazen hızla ve düzgün ilerlersin. Ayağın kaymaz, takılıp düşmezsin. Böyle olduğunda sevinir, coşar daha çok yol katetmeyi istersin. Hızını arttırdıkça artırırsın.
Aman dikkat!
Bu durumda her zamankiden daha temkinli olmalısın. Çünkü hiç beklemediğin anda en küçük hatan alimallah seni yüzükoyun yere kapaklanmaktan kurtaramaz. Bunu yaşadığında, toparlanıp ayağa kalkman, yanından geçenlerin de sana sürekli çelme takmalarıyla, elbette ki zaman alacaktır. Bozulmuş olan dengeni tekrar bulman seni uğraştırsada sakin yılma. Tökezlemeden önceki durumundan daha temkinli ve kararlı, başarılı olma azminle yola tekrar girmeye çalış.
Ey tecrübesiz genç!
Şunu unutma ki, yol boyunca seninle birlikte olacak ve seni yolundan saptırtmaya çalışacak olan dahili ve harici yoldaşların olacaktır.
Aman uyanık ol!
Çok iyi bildiğim bir yol bu deyip de gafil avlanma. İlk başta gösterdiğin dikkati ve özeni yolun sonuna gelene kadar muhafaza et. Ancak böyle davrandığında emniyetli ve rahat bir yolculuk yapmış olacak, yolun sonuna geldiğinde de inşallah ödülünü alacaksın.
Kayısı Ağacı / Hekimoğlu İsmail
Türkiyeli bir tüccar ,İtalya`ya gidip bir otomobil fabrikasının müdürünü ziyaret etmiş.Birlikte yemişler içmişler ve gezmişler.Bir ara fabrika müdürü şakayla:
- Türkler,hediye vermeyi severler.Sen bana Türkiye`den ne getirdin,diye sormuş.
Bizim tüccar da:
-Sana bir kayısı ağacı getirdim, demiş.O kadar lezzetli,ve hoş meyveler verir ki... Müdür kahkahayı basmış:
-Şakanın böylesini de görmedim.
Bunun üzerine bizimki,cebinden bir kayısı çekirdeği çıkarmış:
-Müdür bey,bu kayısı çekirdeğinin içinde bir fabrika var.Bu fabrikayı çalıştırmak için,toprağa gömmek kafi...Çekirdeği toprağa gömüp,sulamaya başlayınca,fabrika da çalışır.Kökler ,dallar,yapraklar...Nihayet çiçekler ve meyveler meydana gelir.Sanata bakınız müdür bey !Kocaman bir kayısı ağacı,dalıyla ,yaprağıyla,çiçeğiyle bir çekirdeğin içine yerleştirilmiş... Müdür dikkat kesilmiş:
-Lütfen devam ediniz...
-Şimdi siz kocaman bir araba fabrikasının müdürüsünüz.Sizden ilginç bir araba istesek.Bu araba uçağa binerken katlanıp bavul haline gelse,kolayca taşınsa,uçaktan inince de tekrar araba haline getirilebilse.Nasıl?Böyle bir araba yapabilirmisiniz?
-Bilmem,çok zor.
-Bakınız siz ,ilerleyen teknolojiye rağmen bir arabayı bavul şekline getiremiyorsunuz.Ama öyle bir sanatkar var ki,kocaman kayısı ağacını bir çekirdeğin içine yerleştirmiş.
-Tabiat mı yani?
-Tabiat da bir sanat eseridir ve aynı sanatkarın eseridir.
-Hayret !...
-Neden hayret ettiniz müdür bey?
-Aslında bilinen şeyleri anlattınız,ben de zevkle dinledim.Gerçekten bunlar benim için güzel bir hediye oldu.Beni düşündürdünüz.Hemen aklıma minicik incir çekirdeği geldi.Aynı sanatkar,incir çekirdeğine incir ağacını,yumurtaya da tavuğu yerleştirmiş.
Tüccar neşeyle el çırpmış:
-Evet harika.Söylemek istediğimi anlatmışım demek ki.Toplu iğne başı kadar incir çekirdeğine incir ağacının forumülünü yerleştiren Allah (cc) `ın sanatına hayran kalmamak elimizde değil...
- Türkler,hediye vermeyi severler.Sen bana Türkiye`den ne getirdin,diye sormuş.
Bizim tüccar da:
-Sana bir kayısı ağacı getirdim, demiş.O kadar lezzetli,ve hoş meyveler verir ki... Müdür kahkahayı basmış:
-Şakanın böylesini de görmedim.
Bunun üzerine bizimki,cebinden bir kayısı çekirdeği çıkarmış:
-Müdür bey,bu kayısı çekirdeğinin içinde bir fabrika var.Bu fabrikayı çalıştırmak için,toprağa gömmek kafi...Çekirdeği toprağa gömüp,sulamaya başlayınca,fabrika da çalışır.Kökler ,dallar,yapraklar...Nihayet çiçekler ve meyveler meydana gelir.Sanata bakınız müdür bey !Kocaman bir kayısı ağacı,dalıyla ,yaprağıyla,çiçeğiyle bir çekirdeğin içine yerleştirilmiş... Müdür dikkat kesilmiş:
-Lütfen devam ediniz...
-Şimdi siz kocaman bir araba fabrikasının müdürüsünüz.Sizden ilginç bir araba istesek.Bu araba uçağa binerken katlanıp bavul haline gelse,kolayca taşınsa,uçaktan inince de tekrar araba haline getirilebilse.Nasıl?Böyle bir araba yapabilirmisiniz?
-Bilmem,çok zor.
-Bakınız siz ,ilerleyen teknolojiye rağmen bir arabayı bavul şekline getiremiyorsunuz.Ama öyle bir sanatkar var ki,kocaman kayısı ağacını bir çekirdeğin içine yerleştirmiş.
-Tabiat mı yani?
-Tabiat da bir sanat eseridir ve aynı sanatkarın eseridir.
-Hayret !...
-Neden hayret ettiniz müdür bey?
-Aslında bilinen şeyleri anlattınız,ben de zevkle dinledim.Gerçekten bunlar benim için güzel bir hediye oldu.Beni düşündürdünüz.Hemen aklıma minicik incir çekirdeği geldi.Aynı sanatkar,incir çekirdeğine incir ağacını,yumurtaya da tavuğu yerleştirmiş.
Tüccar neşeyle el çırpmış:
-Evet harika.Söylemek istediğimi anlatmışım demek ki.Toplu iğne başı kadar incir çekirdeğine incir ağacının forumülünü yerleştiren Allah (cc) `ın sanatına hayran kalmamak elimizde değil...
Haydi Uyuma / Nazar Bekiroğlu
Leyl, gece demek. Leyla ise kâmerî ayların son gecesi, çok karanlık gece. O gece ay görünmez, "her yer karanlıktır.” Lügatler bir de "leyle-i leylâ "yi kaydetmişler gecenin makamında, çok uzun ve ıztıraplı gece. Mahiyetini astronomi tanımlarının dakikliğinden ziyade içinden geçip gidenin (geçip gidemeyenin demeli) kalbinin renginden alıyor.
Rengini kendinden çok setr ettiği kalbin renginden alan leyle-i leylâ, ıztırapla eş anlamlı. Bu gibi, yılın en uzun ve karanlık gecesi olan şeb-i yeldâ, ki muvakkit onu 22 Aralık olarak bilir, müneccimle muvakkitten sual edilecek bir bilgi olmaktan çıkar da aşığın kalbinden istifham edilmesi gereken bir hale dönüşür:
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir Mübtelâ-yı gam olandan sor kim geceler kaç saat Lâedrî
Çünkü her şeyden daha fazla zamanın kendisini yitirdiği o yerde şeb-i yeldâ artık göreceli bir kavramdır. Muztarip aşığın kalbinde sıradan bir geceyi, belki yılın en kısa gecesidir, leyle-i leylâ hacmince uzatan acı, bahtiyar aşığın kalbinde şeb-i yeldayı "yılın en kısa gecesi" kadar kısaltır. Çünkü geçip giden, zaman değil aşığın kalbidir. Ve, "Su uyur düşmen uyur hasta-i hicran uyumaz", değil mi? Yahya Kemal´in tasavvuruyla, sözü Mecnun’un bitirip Leyla’nın devraldığı şeb-i yeldâ da fecre kadar süren kıssa-ı aşk, ancak birkaç dakika hükmündedir, öyle değil mi?
Leyl süresi geceye yeminle başlar. Ya eski kültürün göklerinde, "karardığı zaman ortalığı bürüyen gece "den daha az siyah değildir aşığın bahtını saran Leyla’nın gecesi. Baht-ı siyah, payına düştüğünden olacak, hâkim vasfı aşıklığı olan divan şairi sabahın ilk ışıklarına kadar, bir mumun aydınlığında, gece ve sevgilinin saçı ile kaderi arasında kelime oyunları yapar durur.
Belli ki aşık bahtıyla gecenin ve gecenin öbür adı olan siyahın arası hiç açılmayacak. "Bir saçı Leyla’ya vurgun" olduğu için Dertli´nin adı koca koca defterlere divâne olarak kaydedilecek. Naili, sevgilinin minicik adımlarla teşrifini, cihan cihan bekleyiş elemine değer bulacak. Leyla ile bir mekteb-i aşk içre okuyan Mecnun, Leylâ Mushaf´ı hatmettiği halde, Velleylî´de takılıp kalacak. Sevgilinin gamzesiyle hüsnünden korkulu haberler gece içinden gelecek. Yakınları, içi yansa da, "karanû" gecelerde hastaya su vermekten kaçınacaklar. Kimi aşıklar gece içinde figan ile halkı uyutmayacak, ama yine de kara baht uyanmayacak.
Gece ve korku. Gece ve hasta. Gece ve ıztırap. Âh, siyah! Burada bir uyumayan var, şurada da, ve orada. Onlar ki fecir vaktinin ilk iplikleri geceye döküldüğü anda bir kavak ağacının rüzgârına kulak verip yorgun bakışlarını gökyüzüne çevirirler ve birbirlerini tanırlar. Belli ki gecenin karanlığından gökyüzüne doğru döşenen kandil basamakları acıyla çıkılıyor. Acının olduğu yerde gaflet yok ve acı müdahil. O kadar ki gecenin sırrına vakıf olanlar mutlu uyuyanlar değil mutsuz uyanıklar. Gecenin sırrı kapılarını ancak acı çeken kalplere açıyor. Bu yüzden geceler uykudan çok uyanıklık taşıyor.
Mevlâna´nın, sahifelerini aşkların en ilâhisine açtığı Di-vân-ı Kebir´inde, sık sık "uykusuzluğa güzelleme "de bulunması beyhude değil: Öyle ki, "Aşkı olana nereden uyku gelir", "Sevme davasına girişip de geceyi uyku ile geçirenin davası yalandır".
Gayb güzelinin duvağı olan geceyi seyre dalan, artık uyku istemez, uykudan kaçar. "Bütün güzellerin cilvelendiği zaman gecedir. Fakat uyuyan duyamaz bunu." Halk uyur gider, aşıklar bütün gece sevgiliyle söyleşir. Bir gececik uyumasa aşık, ölümsüzlük definesinin yüz göstermesi işten bile değildir.
Sevgili "uyku dağıtan" makamında, "Bu gece sana uyku yok", öyle diyor. "Mademki sevgili uyanık kalmamızı istiyor," o halde pek âlâ. Zaten onun, aldığının karşılığını vermediğini iddia etmek de doğru olmaz: "O Ay, geceleri uykumu çaldı götürdü amma vuslat bağışladı, uyanık bir baht verdi bana.
" Öyleyse "Haydi uyuma!". Suyun sesi geliyor, sense uykulardasın, haydi uyuma!Kara taş üzerinde yürüyen kara karıncanın fark edilemediği bir karanlığın koynunda, uyuyanla uyumayan arasındaki farkta aşikâr olan ne? Yitiren değil bulduran bir uykusuzluğun yakazasında neler var?
Her ne kadar alışıldık şair tavrı, gecenin itibarını kandillerin doğurduğu aydınlıkla tenâsüb ederek yorumlasa da, gecenin kıymeti kendi karanlığında boğulmasındandır. Gece görünenin sonu, görünmeyenin başlangıcıdır çünkü. Bitiş ile başlangıç, yoklukla varlık, ölümle doğum, veda ile bismillah, hepsi gecede saklı. Yakub şafağa kadar boğuşur ve ancak şafakta kutsanır. Yıldızların aydınlığı gecenin karanlığındandır. İmranoğlu Musa nuru gündüz değil gece görür. Gel, sesini geceleyin kendisine doğru yürüdüğü ağaçtan alır. Ve değil mi ki Mirâc herkes uykuda olduğu andadır.
Suyun sesi geliyor sense uykulardasın, haydi uyuma!
Rengini kendinden çok setr ettiği kalbin renginden alan leyle-i leylâ, ıztırapla eş anlamlı. Bu gibi, yılın en uzun ve karanlık gecesi olan şeb-i yeldâ, ki muvakkit onu 22 Aralık olarak bilir, müneccimle muvakkitten sual edilecek bir bilgi olmaktan çıkar da aşığın kalbinden istifham edilmesi gereken bir hale dönüşür:
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir Mübtelâ-yı gam olandan sor kim geceler kaç saat Lâedrî
Çünkü her şeyden daha fazla zamanın kendisini yitirdiği o yerde şeb-i yeldâ artık göreceli bir kavramdır. Muztarip aşığın kalbinde sıradan bir geceyi, belki yılın en kısa gecesidir, leyle-i leylâ hacmince uzatan acı, bahtiyar aşığın kalbinde şeb-i yeldayı "yılın en kısa gecesi" kadar kısaltır. Çünkü geçip giden, zaman değil aşığın kalbidir. Ve, "Su uyur düşmen uyur hasta-i hicran uyumaz", değil mi? Yahya Kemal´in tasavvuruyla, sözü Mecnun’un bitirip Leyla’nın devraldığı şeb-i yeldâ da fecre kadar süren kıssa-ı aşk, ancak birkaç dakika hükmündedir, öyle değil mi?
Leyl süresi geceye yeminle başlar. Ya eski kültürün göklerinde, "karardığı zaman ortalığı bürüyen gece "den daha az siyah değildir aşığın bahtını saran Leyla’nın gecesi. Baht-ı siyah, payına düştüğünden olacak, hâkim vasfı aşıklığı olan divan şairi sabahın ilk ışıklarına kadar, bir mumun aydınlığında, gece ve sevgilinin saçı ile kaderi arasında kelime oyunları yapar durur.
Belli ki aşık bahtıyla gecenin ve gecenin öbür adı olan siyahın arası hiç açılmayacak. "Bir saçı Leyla’ya vurgun" olduğu için Dertli´nin adı koca koca defterlere divâne olarak kaydedilecek. Naili, sevgilinin minicik adımlarla teşrifini, cihan cihan bekleyiş elemine değer bulacak. Leyla ile bir mekteb-i aşk içre okuyan Mecnun, Leylâ Mushaf´ı hatmettiği halde, Velleylî´de takılıp kalacak. Sevgilinin gamzesiyle hüsnünden korkulu haberler gece içinden gelecek. Yakınları, içi yansa da, "karanû" gecelerde hastaya su vermekten kaçınacaklar. Kimi aşıklar gece içinde figan ile halkı uyutmayacak, ama yine de kara baht uyanmayacak.
Gece ve korku. Gece ve hasta. Gece ve ıztırap. Âh, siyah! Burada bir uyumayan var, şurada da, ve orada. Onlar ki fecir vaktinin ilk iplikleri geceye döküldüğü anda bir kavak ağacının rüzgârına kulak verip yorgun bakışlarını gökyüzüne çevirirler ve birbirlerini tanırlar. Belli ki gecenin karanlığından gökyüzüne doğru döşenen kandil basamakları acıyla çıkılıyor. Acının olduğu yerde gaflet yok ve acı müdahil. O kadar ki gecenin sırrına vakıf olanlar mutlu uyuyanlar değil mutsuz uyanıklar. Gecenin sırrı kapılarını ancak acı çeken kalplere açıyor. Bu yüzden geceler uykudan çok uyanıklık taşıyor.
Mevlâna´nın, sahifelerini aşkların en ilâhisine açtığı Di-vân-ı Kebir´inde, sık sık "uykusuzluğa güzelleme "de bulunması beyhude değil: Öyle ki, "Aşkı olana nereden uyku gelir", "Sevme davasına girişip de geceyi uyku ile geçirenin davası yalandır".
Gayb güzelinin duvağı olan geceyi seyre dalan, artık uyku istemez, uykudan kaçar. "Bütün güzellerin cilvelendiği zaman gecedir. Fakat uyuyan duyamaz bunu." Halk uyur gider, aşıklar bütün gece sevgiliyle söyleşir. Bir gececik uyumasa aşık, ölümsüzlük definesinin yüz göstermesi işten bile değildir.
Sevgili "uyku dağıtan" makamında, "Bu gece sana uyku yok", öyle diyor. "Mademki sevgili uyanık kalmamızı istiyor," o halde pek âlâ. Zaten onun, aldığının karşılığını vermediğini iddia etmek de doğru olmaz: "O Ay, geceleri uykumu çaldı götürdü amma vuslat bağışladı, uyanık bir baht verdi bana.
" Öyleyse "Haydi uyuma!". Suyun sesi geliyor, sense uykulardasın, haydi uyuma!Kara taş üzerinde yürüyen kara karıncanın fark edilemediği bir karanlığın koynunda, uyuyanla uyumayan arasındaki farkta aşikâr olan ne? Yitiren değil bulduran bir uykusuzluğun yakazasında neler var?
Her ne kadar alışıldık şair tavrı, gecenin itibarını kandillerin doğurduğu aydınlıkla tenâsüb ederek yorumlasa da, gecenin kıymeti kendi karanlığında boğulmasındandır. Gece görünenin sonu, görünmeyenin başlangıcıdır çünkü. Bitiş ile başlangıç, yoklukla varlık, ölümle doğum, veda ile bismillah, hepsi gecede saklı. Yakub şafağa kadar boğuşur ve ancak şafakta kutsanır. Yıldızların aydınlığı gecenin karanlığındandır. İmranoğlu Musa nuru gündüz değil gece görür. Gel, sesini geceleyin kendisine doğru yürüdüğü ağaçtan alır. Ve değil mi ki Mirâc herkes uykuda olduğu andadır.
Suyun sesi geliyor sense uykulardasın, haydi uyuma!
Rabia Ablaya Sorular / İsmail Kılıçarslan
Sevgili Rabia Yalçın abla. 8 Eylül 2005 tarihli Star TV bülteninde sizi, üzeri payet işlemeli şık beyaz elbisenizle ve kırık beyaz başörtünüzle görme şerefine nail olanlardanım. “Türkiye’deki ilk İslami modacı” diye arz-ı endam ettiğiniz ekranlarımızda.
Sizi izlerken, nasıl desem, kendime gururlardan gurur, onurlardan onur beğendim. Hatta bir ara gözlerim doldu. “Sonunda, biz de, yani Star TV’nin “İslami kesim” diye tanımladığı biz de, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı başardık” diye geçirdim içimden sizi izlerken.
Tabii ki bu yükseliş hadisesini, Hazret-i İsa’nın göğe yükselmesiyle kıyaslamaya kalkan bir takım harici ve dahili bedhahlarınız olacaktır. Ama sakın yılmayın. Çünkü bu yükseliş, siz ve hizmet ettiğiniz (ki hizmet ettiklerinizi de Star TV “İslami sosyete” diye tanımlıyordu) kesim sayesinde gerçekleşti. Yılmadan, bıkmadan, usanmadan mücadeleye devam Rabia Abla. Sakın ha. Sakın vazgeçmeyin yaptığınız işten.
Öncelikle, sizi tercih ettiğiniz markalar için tebrik etmeliyim. Gucci, Hermes, Prada gibi dünyaca ünlü markaların “İslami sosyete” arasında kullanılmasına ve yaygınlaşmasına sağladığınız katkı, her türlü takdirin üzerinde bana kalırsa. Bizim “daha şehirli”, “daha modern”, “daha salon insanı” olmamız, yaptığınız hizmetlerle olacak. Buna yürekten inanıyorum. Hatta yaptığınız mücadelenin “cihad mesabesinde” olup olmadığını da ilahiyatçı hocalarımıza danışıp size bildirelim. Sanırım öyledir.
Hele hele, yaptığınız defile ve yürüyen güzel güzel kızlarımızın arkasındaki duvarda asılı “just Rabia” ibaresi yok mu? Mest etti beni. Aynen devam. (Gerçi bu “just” ibaresi bana, ünlü İtalyan modacı Cavalli’den araklanmış gibi geldi; ama neyse canım. O kadar kusur kadı kızında da olur.)
Rabia Abla. Seni bir konuda uyarmak istiyorum. Seni ve yapıtlarını hayranlık derecesinde beğenen bu kardeşinin sözlerine kulak vermen menfaatin icabıdır. Çünkü, ben bu sosyete olmayan İslamcı takımını tanırım. Bu kendini bilmezler, uzanamadıkları ciğere mundar demeyi itiyad haline getirdiklerinden, seni eleştirmeye, yaptığın işe kulp takmaya kalkışacaklardır. Bence bu eleştirilerin tamamına kulaklarını tıka. Bu servet düşmanlarının, bu yeşil sosyalistlerin senin moralini bozup yolundan alıkoymaya çalışabileceklerini hiç çıkarma aklından.
Dedim ya. Bir kardeşin olarak seni uyarmak boynumun borcu. Dolayısıyla sana kimsenin yapmayacağı bir kıyak yaparak bu İslamcı serkeş takımının aklını çelmek, moralini çökertmek, hatta sana ayar vermek için şahsına yöneltebileceği kimi soruları senin için aşağıda listeledim. Maksat, İslami sosyetemizin biricik modacısı olan senin tüm olası saldırılara hazır olmanı sağlamak.
Bu duygular içerisinde en derin saygılarımı sunarak seni sorularla baş başa bırakıyorum.
Soru 1: Rabia Abla. “Irak” tam olarak neyi ifade eder sana? “Uzak” anlamında bir sözcüğü mü? Yoksa haritada ülkelerden bir ülke mi? Sahi Rabia Abla. Felluceli kızlar sence bu kış hangi markaları tercih etmeliler kefenlerinde?
Soru 2: Rabia Abla. Diyelim kolsuz, yakası açık bir Gucci elbiseyi, bir Chanel pardösüyle “tesettüre uygun” hale getirmeyi başardın. Afferin. Peki benim güzel ablam. Müşterilerin, bu elbiselere ödedikleri binlerce YTL’yi kitabın neresiyle bağdaştırıyorlar? “Şüphesiz mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihandır” hükmüne mi, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” presibine mi? Söyleyiver de rahatlayayım be ablam.
Soru 3: Madem, İslami sosyeteyi modaya uydurdunuz. Şu markaları da İslamileştirme çabalarına girişseniz daha bir hoş, daha bir tadından yenmez olmaz mı abla? Mesele Hermes’e “Hayr-ül Hermes-ül Kermes”, Chanel’e “Şânil” falan desek. Yakışmaz mı İslami hayat tarzımıza?
Soru 4: Hazır hızımızı almışken güzel ablam, doymasak bu hız meselesine ve de mesela fıkıh kitaplarından falan çeşitli hükümler bulup modaya uygun olarak giyinen Müslüman kadınların modayı takip etmeyen Müslüman kadınlardan 27 derece üstün olduğunu iddia etsek. Hatta Chanel elbise alan kadınlara 100, Hermes eşarp alan kadınlara 10 sevabın bonus olarak yazıldığını ileri sürsek. Hatta bir bankayla anlaşıp “shop’nsevap” kartı çıkattırsak bu İslami sosyeteye. Hoş olmaz mı?
Soru 5: Son kreasyonunun katalog çekimlerini bana verir misin? Son derece kreatif fikirlerim var. Mesela Mostar köprüsünün altında, Mescid-i Aksa’nın gölgesinde, Şam’daki Emevi caminin avlusunda, Süleymaniye’nin bahçesinde yapalım çekimleri. Mankenimiz de Deniz Akkaya olursa, gelenekle moderniteyi birleştirerek ne kadar da geniş ufuklu olduğumuzu gösteririz herkeselere. Bomba gibi olmaz mı?
Soru 6: Madem abarttık. Aynı abartıdan devam edelim. Bizim kanallardan birinde bir yarışma programı yapsak mesela. Tahtakale’den, Fatih’ten falan giyinen şu başörtülü kızların 10-15’ini bir eve toplayalım. Senin süpervizörlüğünde bu kızlarımıza modaya uygun giyinmeyi öğretelim. Sosyeteye uyum sağlamayı öğretelim. Yarışma sonunda en iyi giyinmeyi, sosyeteye uyum sağlamayı beceren kızımıza bir de büyük ödül verelim. Bir bakanımızın oğluyla evlendirelim mesela. Yarışmanın ismi de hazır: “Rabia abla bana da sınıf atlat.” Şahane olmaz mı?
Soru 7: Rabia Abla. Senin temsil ettiğin değerler, senin hizmet ettiğin insanlar niçin benim midemi bulandırıyor? Niçin kusma isteği duyuyorum her seferinde? Belki bilirsin Rabia abla. Bana bir yol göstersen
ÖNEMLİ NOT: Ben soruları sıraladım Rabia Abla. Fakat bu serseri takımı boş durmaz. Sana yeni ve bambaşka sorular sormaya kalkabilirler. Ne yapalım Rabia Abla? Bu az gelişmiş kalabalık bir türlü Teşvikiye kafelerine gidip cafe latte içmeyi öğrenemiyor. Öğrenseler zaten, ortada sorun morun da kalmayacak. Belki böyle hart hart da kaşınmayacaklar.
Sizi izlerken, nasıl desem, kendime gururlardan gurur, onurlardan onur beğendim. Hatta bir ara gözlerim doldu. “Sonunda, biz de, yani Star TV’nin “İslami kesim” diye tanımladığı biz de, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı başardık” diye geçirdim içimden sizi izlerken.
Tabii ki bu yükseliş hadisesini, Hazret-i İsa’nın göğe yükselmesiyle kıyaslamaya kalkan bir takım harici ve dahili bedhahlarınız olacaktır. Ama sakın yılmayın. Çünkü bu yükseliş, siz ve hizmet ettiğiniz (ki hizmet ettiklerinizi de Star TV “İslami sosyete” diye tanımlıyordu) kesim sayesinde gerçekleşti. Yılmadan, bıkmadan, usanmadan mücadeleye devam Rabia Abla. Sakın ha. Sakın vazgeçmeyin yaptığınız işten.
Öncelikle, sizi tercih ettiğiniz markalar için tebrik etmeliyim. Gucci, Hermes, Prada gibi dünyaca ünlü markaların “İslami sosyete” arasında kullanılmasına ve yaygınlaşmasına sağladığınız katkı, her türlü takdirin üzerinde bana kalırsa. Bizim “daha şehirli”, “daha modern”, “daha salon insanı” olmamız, yaptığınız hizmetlerle olacak. Buna yürekten inanıyorum. Hatta yaptığınız mücadelenin “cihad mesabesinde” olup olmadığını da ilahiyatçı hocalarımıza danışıp size bildirelim. Sanırım öyledir.
Hele hele, yaptığınız defile ve yürüyen güzel güzel kızlarımızın arkasındaki duvarda asılı “just Rabia” ibaresi yok mu? Mest etti beni. Aynen devam. (Gerçi bu “just” ibaresi bana, ünlü İtalyan modacı Cavalli’den araklanmış gibi geldi; ama neyse canım. O kadar kusur kadı kızında da olur.)
Rabia Abla. Seni bir konuda uyarmak istiyorum. Seni ve yapıtlarını hayranlık derecesinde beğenen bu kardeşinin sözlerine kulak vermen menfaatin icabıdır. Çünkü, ben bu sosyete olmayan İslamcı takımını tanırım. Bu kendini bilmezler, uzanamadıkları ciğere mundar demeyi itiyad haline getirdiklerinden, seni eleştirmeye, yaptığın işe kulp takmaya kalkışacaklardır. Bence bu eleştirilerin tamamına kulaklarını tıka. Bu servet düşmanlarının, bu yeşil sosyalistlerin senin moralini bozup yolundan alıkoymaya çalışabileceklerini hiç çıkarma aklından.
Dedim ya. Bir kardeşin olarak seni uyarmak boynumun borcu. Dolayısıyla sana kimsenin yapmayacağı bir kıyak yaparak bu İslamcı serkeş takımının aklını çelmek, moralini çökertmek, hatta sana ayar vermek için şahsına yöneltebileceği kimi soruları senin için aşağıda listeledim. Maksat, İslami sosyetemizin biricik modacısı olan senin tüm olası saldırılara hazır olmanı sağlamak.
Bu duygular içerisinde en derin saygılarımı sunarak seni sorularla baş başa bırakıyorum.
Soru 1: Rabia Abla. “Irak” tam olarak neyi ifade eder sana? “Uzak” anlamında bir sözcüğü mü? Yoksa haritada ülkelerden bir ülke mi? Sahi Rabia Abla. Felluceli kızlar sence bu kış hangi markaları tercih etmeliler kefenlerinde?
Soru 2: Rabia Abla. Diyelim kolsuz, yakası açık bir Gucci elbiseyi, bir Chanel pardösüyle “tesettüre uygun” hale getirmeyi başardın. Afferin. Peki benim güzel ablam. Müşterilerin, bu elbiselere ödedikleri binlerce YTL’yi kitabın neresiyle bağdaştırıyorlar? “Şüphesiz mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihandır” hükmüne mi, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” presibine mi? Söyleyiver de rahatlayayım be ablam.
Soru 3: Madem, İslami sosyeteyi modaya uydurdunuz. Şu markaları da İslamileştirme çabalarına girişseniz daha bir hoş, daha bir tadından yenmez olmaz mı abla? Mesele Hermes’e “Hayr-ül Hermes-ül Kermes”, Chanel’e “Şânil” falan desek. Yakışmaz mı İslami hayat tarzımıza?
Soru 4: Hazır hızımızı almışken güzel ablam, doymasak bu hız meselesine ve de mesela fıkıh kitaplarından falan çeşitli hükümler bulup modaya uygun olarak giyinen Müslüman kadınların modayı takip etmeyen Müslüman kadınlardan 27 derece üstün olduğunu iddia etsek. Hatta Chanel elbise alan kadınlara 100, Hermes eşarp alan kadınlara 10 sevabın bonus olarak yazıldığını ileri sürsek. Hatta bir bankayla anlaşıp “shop’nsevap” kartı çıkattırsak bu İslami sosyeteye. Hoş olmaz mı?
Soru 5: Son kreasyonunun katalog çekimlerini bana verir misin? Son derece kreatif fikirlerim var. Mesela Mostar köprüsünün altında, Mescid-i Aksa’nın gölgesinde, Şam’daki Emevi caminin avlusunda, Süleymaniye’nin bahçesinde yapalım çekimleri. Mankenimiz de Deniz Akkaya olursa, gelenekle moderniteyi birleştirerek ne kadar da geniş ufuklu olduğumuzu gösteririz herkeselere. Bomba gibi olmaz mı?
Soru 6: Madem abarttık. Aynı abartıdan devam edelim. Bizim kanallardan birinde bir yarışma programı yapsak mesela. Tahtakale’den, Fatih’ten falan giyinen şu başörtülü kızların 10-15’ini bir eve toplayalım. Senin süpervizörlüğünde bu kızlarımıza modaya uygun giyinmeyi öğretelim. Sosyeteye uyum sağlamayı öğretelim. Yarışma sonunda en iyi giyinmeyi, sosyeteye uyum sağlamayı beceren kızımıza bir de büyük ödül verelim. Bir bakanımızın oğluyla evlendirelim mesela. Yarışmanın ismi de hazır: “Rabia abla bana da sınıf atlat.” Şahane olmaz mı?
Soru 7: Rabia Abla. Senin temsil ettiğin değerler, senin hizmet ettiğin insanlar niçin benim midemi bulandırıyor? Niçin kusma isteği duyuyorum her seferinde? Belki bilirsin Rabia abla. Bana bir yol göstersen
ÖNEMLİ NOT: Ben soruları sıraladım Rabia Abla. Fakat bu serseri takımı boş durmaz. Sana yeni ve bambaşka sorular sormaya kalkabilirler. Ne yapalım Rabia Abla? Bu az gelişmiş kalabalık bir türlü Teşvikiye kafelerine gidip cafe latte içmeyi öğrenemiyor. Öğrenseler zaten, ortada sorun morun da kalmayacak. Belki böyle hart hart da kaşınmayacaklar.
Zaman / Nuri Balkanoğlu
Sevgili dostlar, işte geldik yeni sayıya, halbuki ilk yazımı daha dün yazmış gibiyim. Ne zamanda geçivermiş aradan altmış gün. Ne kadarda doğruymuş “Zaman su gibi akıp gidiyor” sözü. Eğer önüne bir bent yapamamışsan, kalması gereken değerleri çökertememişsindir. Derleyip, toparlayıp bir bohçaya saramamışsan veya saramadıysak neye yaradı geçmiş olan altmış gün ya da altmış yıl… Hani bir söz vardır halk arasında söylenir durur: “Aman sende kefenin cebimi var, kim ne götürmüş öbür tarafa.” Allah'ın verdiğini helal dairede yiyip, içelim, amenna. Helal kazancı, hayırla yetiştirilmiş varislere bırakmak ve onların tasarrufunda hayırla kullanılıyor olması, elbette ki muteber bir mirastır.
Kendi nefsinden sakınıp, oğlumdur, kızımdır, torunumdur, onlara kalsın dersin. Buna da amenna ama bunun yanında, hızla geçen zaman sayacında, ‘kefenimin cebini değil de biraz da kabrimi doldurmak için vakit harcasam’ diye düşünsek. Çünkü; çıkılacak olan bu geri dönümsüz uzun yol için yanımıza aldığımız azığa baksak, birde kısacık dünya hayatı için gerekli, gereksiz yüklendiklerimize. Sonsuz kazancımız için ne götürüyorum acaba.
Evet dediğimiz şudur ki, Allah hepimize O’nun yolunda yaşayıp son nefeste iman ile gitmeyi nasip etsin inşallah. Amin.
Sevgili dostlar, esas konumuz diğer sayıdaki Kalem yazısı üzerindeki hasbi halimizdir. Ama zaman ile alakalı sözlerle girince buralara geldik. Zaman öyle bir kavramdır ki hadsiz hesapsız... İnşallah zamanla alakalı bu yazımı, önce kendi nefsime hitap ederek, siz sevdiklerimle paylaşabilirim. Birde bu yazma çabası vesilesiyle, yazarların zamanla nasıl yarıştıklarını fark ettim. Hani her gün elimize aldığımız gazetelerin köşe yazarları vardır ya, her defasında da acaba bu gün gündem dolayısıyla ne yazmış diye merak ederek okuruz ya. Bazen de yazı pek alakamızı çekmeyince yarıda bırakıp okumayız, ama benim şu yazımı değil ha, başladınız madem lütfen devam ediniz. Şaka şaka isterseniz bırakabilirsiniz. Nasılsa Allah ömür, sağlık verirse gelecek sayıyı okursunuz. Neyse siz gene de başlamışken devam ediniz. Daha biz emekleme safhasındayız. Eğer sizlerden takdir ve beğeni alırsam, o zaman editörümle maaş konusunda da anlaşabilirim. Hadi hadi bizde iki satır yazdık diye hemen havaya girdik. Ama şaka bir tarafa gerçek olan şu ki; gazete yazarı olsun, dergi, spor yazarı olsun her gün her gün okuyuculara bir şeyler sunmak muhakkak ki zor bir iştir.
Bazı büyük medya patronlarının medyatik kalemşorleri vardır ve bunların maaşları da öyle basit paralar değildir. Haklarıdır helal olsun. Ama birde, başkasına yazdırıp, yazının altına imzasını atıp okuyucusunun önüne kendi yazısıymış gibi sunan sözüm ona yazarlar var. Böyle böyle yazılarını yazarlar, yani stajyerler yazar durur. Onlara da sus payı ceplerine bol harçlık koyulur. Neyse bu ayrı bir konu. Ben kendim şunu anladım ki, bütün bu yazılıp çizilenler ister faydalı, ister faydasız olsun, gerçekte ortada bir emek birikimi vardır. Bunun en basit örneğini dergimizin sahibi, yıllardır azmederek, bıkmadan usanmadan, alıntıda olsa, yapıştırmada olsa, bir dergi olarak bizlere vermiştir. Ve nihâyetinde bir emek de sarfedilmiştir.
Belki bir çoğumuz (bende dâhil) Şehvar’da editörün yazısı haricinde, diğer yazıları pek okumuyordum. Birde merakla okuduğum arka sahifedeki (kırkambar),(kısa, kısa),(bunları biliyor musunuz) yazıları daha bir merakımı alakalandırıyordu.Bence, gerçek dergi; belli bir emek birikimini, derleyip, toparlayıp, tanıdıklarının adreslerine postalayıp ilgi ve alakalarına sunmaktır.
Üç, dört yapraktan oluşmuş, ismi üzerinde “Kendince” bir derginin yıllardır çok bir yardım görmeden, bir bebek mahiyetinde büyütülmüştür. Bu emekleme safhasında dâhi olsa kanımca büyük bir başarıdır. Editörümüzden temennim odur ki azmini bırakmasın.
Saygı değer sevgili dostlar, bundan önceki yazımızdan bir hatırlatma yaparsak, sevdiğimiz veya dargın olduğumuz bir dostumuza, bir iki satır güzel sözü, kart postala ve ya mektuba hediyeleşmek babında, hatırlanmanın ifadesini yansıtalım demiştik. Kendi kalemimizden, kendi ifadelerimizi iletelim istemiştik. İnanın samimi olunca, samimiyetinize olan muhabbeti görüyorsunuz. Ben şahsen daha ilk yazımda, ellerinden öptüğüm büyüğüm, yengemin kutlama telefonunda bunu almış oldum. Bu tatlı ifadelerin hazzı, benim alemimde ayrı bir yer edinmiştir. Bu vesileyle kendisine teşekkür ediyor, tekrar tekrar ellerinden öpüyorum. İşte kefenimizin cebini ancak bu derin saygı ve sevgi ifadeleriyle doldurabiliriz. Sunileşmekten ziyade, samimiyetimizi çekinmeden göstermemiz gerekir. Bunların vesilesi, bayramdır, kandil gecesidir vs... Adet yerini bulsun bir telefon açayım değil de, (evet buda hiç arayıp sormamaktan muhakkak ki daha iyidir) içte gelen samimi bir muhabbetle “merhaba” demektir. Bunun farklılığı illa ki belli olacaktır. Bu merhabayı bir hediye olarak düşünürsek, Allah Rasulü’nün “hediyeleşin zira hediye kalpteki kuşkuları giderir” hadisi şerif bu mevzumuza güzel bir örnek olur sanırım.
Hediye ille de süslü güzel paketler içerisinde değildir. Kalp kutusundan çıkarıp, ağız diliyle çözülen sevgi ifadesinin sözleri, hediyeleşmenin bariz örneğidir. Yaşadığımız çevrede, biz bizi bildiğimizden ve tanıdığımızdan, dargınlıkları bir kenara bırakıp, sevdiklerimize yaklaşalım. Dargın olduğumuz dostumuzdan bir adım dahi yakınlaşma olmuyor mu? Belki onu rencide etmiş olabiliriz, hak ve hukukunu çiğnemişte olabiliriz. Hatamızı anlayıp affını dilemişsek, özür beyan etmişsek, gene de bir karşılık göremiyorsak, bu nasıl bir iştir? Halbuki affetmek Allah'ın şanındanken, ortada vurmak, kırmak, ölmek ya da öldürmek yokken, bu nasıl bir küskünlük silahıyla intikam almaktır. Küskün dostumuz belki de çok haklıdır. Davasını ahirete bırakmış, hak ve hukukunu adaletle almayı beklemektedir. Fakat bir ihtimal azıcıkta olsa borçlu çıkabilir.
Sözün kısası, biz kalemimizle ya da sözümüzle olsun, sevgimizi ifade edeceğiz. Yılmadan, usanmadan, bıkmadan...
Kendi nefsinden sakınıp, oğlumdur, kızımdır, torunumdur, onlara kalsın dersin. Buna da amenna ama bunun yanında, hızla geçen zaman sayacında, ‘kefenimin cebini değil de biraz da kabrimi doldurmak için vakit harcasam’ diye düşünsek. Çünkü; çıkılacak olan bu geri dönümsüz uzun yol için yanımıza aldığımız azığa baksak, birde kısacık dünya hayatı için gerekli, gereksiz yüklendiklerimize. Sonsuz kazancımız için ne götürüyorum acaba.
Evet dediğimiz şudur ki, Allah hepimize O’nun yolunda yaşayıp son nefeste iman ile gitmeyi nasip etsin inşallah. Amin.
Sevgili dostlar, esas konumuz diğer sayıdaki Kalem yazısı üzerindeki hasbi halimizdir. Ama zaman ile alakalı sözlerle girince buralara geldik. Zaman öyle bir kavramdır ki hadsiz hesapsız... İnşallah zamanla alakalı bu yazımı, önce kendi nefsime hitap ederek, siz sevdiklerimle paylaşabilirim. Birde bu yazma çabası vesilesiyle, yazarların zamanla nasıl yarıştıklarını fark ettim. Hani her gün elimize aldığımız gazetelerin köşe yazarları vardır ya, her defasında da acaba bu gün gündem dolayısıyla ne yazmış diye merak ederek okuruz ya. Bazen de yazı pek alakamızı çekmeyince yarıda bırakıp okumayız, ama benim şu yazımı değil ha, başladınız madem lütfen devam ediniz. Şaka şaka isterseniz bırakabilirsiniz. Nasılsa Allah ömür, sağlık verirse gelecek sayıyı okursunuz. Neyse siz gene de başlamışken devam ediniz. Daha biz emekleme safhasındayız. Eğer sizlerden takdir ve beğeni alırsam, o zaman editörümle maaş konusunda da anlaşabilirim. Hadi hadi bizde iki satır yazdık diye hemen havaya girdik. Ama şaka bir tarafa gerçek olan şu ki; gazete yazarı olsun, dergi, spor yazarı olsun her gün her gün okuyuculara bir şeyler sunmak muhakkak ki zor bir iştir.
Bazı büyük medya patronlarının medyatik kalemşorleri vardır ve bunların maaşları da öyle basit paralar değildir. Haklarıdır helal olsun. Ama birde, başkasına yazdırıp, yazının altına imzasını atıp okuyucusunun önüne kendi yazısıymış gibi sunan sözüm ona yazarlar var. Böyle böyle yazılarını yazarlar, yani stajyerler yazar durur. Onlara da sus payı ceplerine bol harçlık koyulur. Neyse bu ayrı bir konu. Ben kendim şunu anladım ki, bütün bu yazılıp çizilenler ister faydalı, ister faydasız olsun, gerçekte ortada bir emek birikimi vardır. Bunun en basit örneğini dergimizin sahibi, yıllardır azmederek, bıkmadan usanmadan, alıntıda olsa, yapıştırmada olsa, bir dergi olarak bizlere vermiştir. Ve nihâyetinde bir emek de sarfedilmiştir.
Belki bir çoğumuz (bende dâhil) Şehvar’da editörün yazısı haricinde, diğer yazıları pek okumuyordum. Birde merakla okuduğum arka sahifedeki (kırkambar),(kısa, kısa),(bunları biliyor musunuz) yazıları daha bir merakımı alakalandırıyordu.Bence, gerçek dergi; belli bir emek birikimini, derleyip, toparlayıp, tanıdıklarının adreslerine postalayıp ilgi ve alakalarına sunmaktır.
Üç, dört yapraktan oluşmuş, ismi üzerinde “Kendince” bir derginin yıllardır çok bir yardım görmeden, bir bebek mahiyetinde büyütülmüştür. Bu emekleme safhasında dâhi olsa kanımca büyük bir başarıdır. Editörümüzden temennim odur ki azmini bırakmasın.
Saygı değer sevgili dostlar, bundan önceki yazımızdan bir hatırlatma yaparsak, sevdiğimiz veya dargın olduğumuz bir dostumuza, bir iki satır güzel sözü, kart postala ve ya mektuba hediyeleşmek babında, hatırlanmanın ifadesini yansıtalım demiştik. Kendi kalemimizden, kendi ifadelerimizi iletelim istemiştik. İnanın samimi olunca, samimiyetinize olan muhabbeti görüyorsunuz. Ben şahsen daha ilk yazımda, ellerinden öptüğüm büyüğüm, yengemin kutlama telefonunda bunu almış oldum. Bu tatlı ifadelerin hazzı, benim alemimde ayrı bir yer edinmiştir. Bu vesileyle kendisine teşekkür ediyor, tekrar tekrar ellerinden öpüyorum. İşte kefenimizin cebini ancak bu derin saygı ve sevgi ifadeleriyle doldurabiliriz. Sunileşmekten ziyade, samimiyetimizi çekinmeden göstermemiz gerekir. Bunların vesilesi, bayramdır, kandil gecesidir vs... Adet yerini bulsun bir telefon açayım değil de, (evet buda hiç arayıp sormamaktan muhakkak ki daha iyidir) içte gelen samimi bir muhabbetle “merhaba” demektir. Bunun farklılığı illa ki belli olacaktır. Bu merhabayı bir hediye olarak düşünürsek, Allah Rasulü’nün “hediyeleşin zira hediye kalpteki kuşkuları giderir” hadisi şerif bu mevzumuza güzel bir örnek olur sanırım.
Hediye ille de süslü güzel paketler içerisinde değildir. Kalp kutusundan çıkarıp, ağız diliyle çözülen sevgi ifadesinin sözleri, hediyeleşmenin bariz örneğidir. Yaşadığımız çevrede, biz bizi bildiğimizden ve tanıdığımızdan, dargınlıkları bir kenara bırakıp, sevdiklerimize yaklaşalım. Dargın olduğumuz dostumuzdan bir adım dahi yakınlaşma olmuyor mu? Belki onu rencide etmiş olabiliriz, hak ve hukukunu çiğnemişte olabiliriz. Hatamızı anlayıp affını dilemişsek, özür beyan etmişsek, gene de bir karşılık göremiyorsak, bu nasıl bir iştir? Halbuki affetmek Allah'ın şanındanken, ortada vurmak, kırmak, ölmek ya da öldürmek yokken, bu nasıl bir küskünlük silahıyla intikam almaktır. Küskün dostumuz belki de çok haklıdır. Davasını ahirete bırakmış, hak ve hukukunu adaletle almayı beklemektedir. Fakat bir ihtimal azıcıkta olsa borçlu çıkabilir.
Sözün kısası, biz kalemimizle ya da sözümüzle olsun, sevgimizi ifade edeceğiz. Yılmadan, usanmadan, bıkmadan...
Kıssadan Hisse
Hakim-ül Harameyn Değil, Hadimül Harameyn:
Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethetmiş ve hilâfet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Bir cuma günü Ümeyye Camiinde cuma namazı kılınacaktı. Yavuz Sultan Selim de, camide idi. Şam valisi hükümdarın namaz kılacağı yere yeşil atlastan bir seccade sererek namaz kılınacak yeri ayırmıştı. Yavuz, namaz kılacağı yerde diğer cemaattan ayrı olarak serilmiş bu seccadeleri görünce hiddetlenerek:
— Burası ibadet yeridir, padişah sarayı değildir, dedi ve atlas seccadelerin kaldırılmasını emretti. Kendisi de, cemaatla beraber camide namaz kılmaya başladı. Sıra Cuma hutbesine gelmişti ki, imam çıkarak hutbeyi okumaya başladı. Hutbenin mukaddimesinde halifelerin ismi zikredilirken imam efendi Yavuz Sultan Selim'i kastederek: — Hakimülharameynişşerifeyn (Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi. İmam efendinin bu sözlerini duyan Koca Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak:
— İmam efendi! Okuduğunuz hutbedeki “Hakimül Harameyn” lâfzını, “Hadimül Harameyn” olarak değiştir. Zira ben, Hakimül Harameyn değil; olsa olsa, o mübarek beldelerin hizmetçisi olabilirim, dedi.
Ana Gibi Başka Yar Olmaz:
Vaktiyle bir vezir, padişah katında hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulunur:
— Sultanım benim iki tane karım, her birinden de üçer çocuğum var. Karılarımın hangisinin analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum. Malımı da buna göre vasiyet edeceğim, şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü der.Padişah, veziri sevdiği için gönlünü yapmak ister. Hanımlarından birini çağırttır ve der ki:
— Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış. Bunun cezası aslında ölümdür. Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim der.Kadının gözlerinde aniden intikam alevi parlar:
— istemem, bana yar olmayan başkasına da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin der! Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttırır. Ona da aynı şeyi söyler. Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takınır:
— Aman sultanım, ben kocasız kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini kaybetmesinler der.
Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethetmiş ve hilâfet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Bir cuma günü Ümeyye Camiinde cuma namazı kılınacaktı. Yavuz Sultan Selim de, camide idi. Şam valisi hükümdarın namaz kılacağı yere yeşil atlastan bir seccade sererek namaz kılınacak yeri ayırmıştı. Yavuz, namaz kılacağı yerde diğer cemaattan ayrı olarak serilmiş bu seccadeleri görünce hiddetlenerek:
— Burası ibadet yeridir, padişah sarayı değildir, dedi ve atlas seccadelerin kaldırılmasını emretti. Kendisi de, cemaatla beraber camide namaz kılmaya başladı. Sıra Cuma hutbesine gelmişti ki, imam çıkarak hutbeyi okumaya başladı. Hutbenin mukaddimesinde halifelerin ismi zikredilirken imam efendi Yavuz Sultan Selim'i kastederek: — Hakimülharameynişşerifeyn (Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi. İmam efendinin bu sözlerini duyan Koca Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak:
— İmam efendi! Okuduğunuz hutbedeki “Hakimül Harameyn” lâfzını, “Hadimül Harameyn” olarak değiştir. Zira ben, Hakimül Harameyn değil; olsa olsa, o mübarek beldelerin hizmetçisi olabilirim, dedi.
Ana Gibi Başka Yar Olmaz:
Vaktiyle bir vezir, padişah katında hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulunur:
— Sultanım benim iki tane karım, her birinden de üçer çocuğum var. Karılarımın hangisinin analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum. Malımı da buna göre vasiyet edeceğim, şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü der.Padişah, veziri sevdiği için gönlünü yapmak ister. Hanımlarından birini çağırttır ve der ki:
— Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış. Bunun cezası aslında ölümdür. Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim der.Kadının gözlerinde aniden intikam alevi parlar:
— istemem, bana yar olmayan başkasına da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin der! Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttırır. Ona da aynı şeyi söyler. Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takınır:
— Aman sultanım, ben kocasız kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini kaybetmesinler der.
Dünden Bugüne, Değişen Ne...
ESKİ BİR TAPINAK YAZITI
Gürültü patırtının ortasında sükûnetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve anlaşılır konuş. Başkalarına da kulak ver. Ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, Dünyada herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız planlarının değil, başkalarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen: hayattaki dayanağın o'dur. Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış olmazsın. İşini öyle sev ki; başarıların, bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış ol.
Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.
Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.
Kaybetmeyi, ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.
Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabildiklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir.
Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkânsızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.Hatırlar mısın doğduğun zamanları; sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyorlardı. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlaka gülümse. Sabırlı, şefkatli, bağışlayıcı ol. Eninde sonunda bütün servetin senin. Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.
Xsentius, M.Ö. IX.yy.
Gürültü patırtının ortasında sükûnetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve anlaşılır konuş. Başkalarına da kulak ver. Ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, Dünyada herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız planlarının değil, başkalarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen: hayattaki dayanağın o'dur. Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış olmazsın. İşini öyle sev ki; başarıların, bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış ol.
Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.
Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.
Kaybetmeyi, ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.
Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabildiklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir.
Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkânsızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.Hatırlar mısın doğduğun zamanları; sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyorlardı. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlaka gülümse. Sabırlı, şefkatli, bağışlayıcı ol. Eninde sonunda bütün servetin senin. Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.
Xsentius, M.Ö. IX.yy.
-Kırkambar-
Kısa… Kısa…
Miraç kandili Recep aydadır.
Yavuz Sultan Selim lakabı Hadimül Haremeyndır.
Yeni doğan çocuklar için kesilen kurbanın adı Akikadır.
Uhut savaşı hicretin kaçıncı 3. yılında olmuştur.
Hacıların en son yaptıkları veda tavafına Sader tavafı denir?
Şehit olduktan sonra meleklerin yıkadığı sahabe Hanzala’dır.
Mekke 630 yılında fethedildi.
Son Osmanlı halifasi Abdül Mecit’dir.
Başlangıcında besmele bulunmayan sure Tövbe suresidir.
Bunları Biliyor musunuz?
Ünlü besteci Beethoven'in son bestesini, sağır olarak yaptığını...
Paris'teki Versailles Sarayı'nın 1300 odası olduğunu ve hiç tuvaletinin olmadığını...
Bir çift sineğin sadece nisan-mayıs aylarında bıraktıkları yumurtaların tamamından sinek çıksa idi, dünyayı 14 metre kalınlığında bir sinek tabakası kaplayacağını...
Eyfel kulesinin yapımında toplam 6400 ton ağırlığında 18.100 adet demir parçası kullanıldığını...
Süleymaniye camiinin 4 minaresi olmasının sebebinin, Kanuni'nin İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü padişah; bu dört minaredeki on şerefenin de Osmanlının onuncu padişahı olduğunun bir işareti anlamına geldiğini...
Bir insandaki toplam damar uzunluğunun 150 bin km. ve dünya ile güneş arasındaki mesafenin de 150 milyon km. olduğunu...
Osmanlı sultanlarının ve bazı alimlerin başlarındaki kavukların, kefenlerinden oluştuğunu, sık sık ölümü hatırlayıp ona göre karar verdiklerini, ayrıca öldükleri zaman hemen başlarındaki kefenle defnedildiklerini...
Ortalama bir insanda 30.000-100.000 adet saç olduğunu, her gün yaklaşık 100 tanesinin döküldüğünü...
İnsan vücudunun her 7 yılda -ölen hücrelerin yerine yenisi gelerek- tamamen yenilendiğini...
Miraç kandili Recep aydadır.
Yavuz Sultan Selim lakabı Hadimül Haremeyndır.
Yeni doğan çocuklar için kesilen kurbanın adı Akikadır.
Uhut savaşı hicretin kaçıncı 3. yılında olmuştur.
Hacıların en son yaptıkları veda tavafına Sader tavafı denir?
Şehit olduktan sonra meleklerin yıkadığı sahabe Hanzala’dır.
Mekke 630 yılında fethedildi.
Son Osmanlı halifasi Abdül Mecit’dir.
Başlangıcında besmele bulunmayan sure Tövbe suresidir.
Bunları Biliyor musunuz?
Ünlü besteci Beethoven'in son bestesini, sağır olarak yaptığını...
Paris'teki Versailles Sarayı'nın 1300 odası olduğunu ve hiç tuvaletinin olmadığını...
Bir çift sineğin sadece nisan-mayıs aylarında bıraktıkları yumurtaların tamamından sinek çıksa idi, dünyayı 14 metre kalınlığında bir sinek tabakası kaplayacağını...
Eyfel kulesinin yapımında toplam 6400 ton ağırlığında 18.100 adet demir parçası kullanıldığını...
Süleymaniye camiinin 4 minaresi olmasının sebebinin, Kanuni'nin İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü padişah; bu dört minaredeki on şerefenin de Osmanlının onuncu padişahı olduğunun bir işareti anlamına geldiğini...
Bir insandaki toplam damar uzunluğunun 150 bin km. ve dünya ile güneş arasındaki mesafenin de 150 milyon km. olduğunu...
Osmanlı sultanlarının ve bazı alimlerin başlarındaki kavukların, kefenlerinden oluştuğunu, sık sık ölümü hatırlayıp ona göre karar verdiklerini, ayrıca öldükleri zaman hemen başlarındaki kefenle defnedildiklerini...
Ortalama bir insanda 30.000-100.000 adet saç olduğunu, her gün yaklaşık 100 tanesinin döküldüğünü...
İnsan vücudunun her 7 yılda -ölen hücrelerin yerine yenisi gelerek- tamamen yenilendiğini...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)