Çarşı uzun işin yok
Gezin kardeşim gezin
Yakan kirli sabun yok
Kaşın kardeşim kaşın
Akşam oldu aşın yok
Düşün kardeşim düşün
Bu dünyada işin yok
Taşın kardeşim taşın. / Ertuğrul Erdoğan
Siteme hoş geldiniz.Burada yayınlanan yazılar benim okuyup da beğendiğim ve sizlerle paylaşmak istediğim, kaynak gösterilerek yayınlanan yazılardan oluşuyor.Blog sahibesi olan ben, siz misafirlerime keyifli okumalar diliyorum.
11 Haziran, 2010
Editörden
Bir yazı vardı, tuz üzerine yazılmış, noktası eksik kalan.
Uçsuz, bucaksız beyaz ortasında, ne tarafa baksan aynı şeyi görür, noktayı bir yere koyamazsın.
“Aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlar” diye güzel bir sözü duymuştum birinden. Bulunur ya da bulunmaz.
Dalmış yazımı ararken, noktası konmuş olanlar gelip geçti yanımdan…
<><><><><><><>
Ulaşılamaz Kur'an!!!
Ulaşalım İnşallah!!!
Mearic Süresi:
1.SORUP araştırmak isteyen biri, [öteki dünyada] başa gelecek azabı sorabilir,
2. hakikati inkar edenlerin (başına). [Öyleyse, bil ki] hiçbir şey ona mani olamaz;
3. [çünkü o,] Allah'tan [gelir,] katına yükselmenin birçok yolu olan (Allah'tan):
4. bütün melekler ve [insana bahşedilmiş olan] ilham O'na [bir günde] yükselir, uzunluğu elli bin yıl [gibi] süren bir günde.
5. Bu nedenle, [sen ey iman eden], bütün sıkıntılara sabırla katlan:
6. bak, insanlar o [hesaba] uzak bir şey olarak bakıyorlar,
7. ama Biz onu yakın görüyoruz!
8. [Bu hesap,] göğün erimiş madene benzeyeceği Gün [vuku bulacak],
9. ve dağların yün topakları gibi olacağı,
10. ve hiç kimsenin arkadaşını(n durumunu) sormayacağı,
11. ama onların birbirlerinin gözü önünde olacaklar[ı gün]: [çünkü,] her suçlu, o Gün çocuklarını feda ederek kendisini kurtarmak ister,
12. ve eşini ve kardeşini,
13. ve kendisini himaye etmiş bütün akrabalarını,
14. ve yeryüzünde yaşayan [başka] herkesi, onların tümünü; böylece yalnız kendini kurtarabilsin diye.
15. Ama hayır! [Onu bekleyen] tek şey alev saçan bir ateştir,
16. derisini kavuran (bir ateş)!
17. O, [iyiye ve doğruya] sırtını dönenleri ve [hakikatten] uzaklaşanları kendine çeker,
18. ve [servet] biriktirip, [onu öteki insanların elinden] alanları.
19. GERÇEK ŞU Kİ, insan tatminsiz bir tabiata sahiptir.
20. [Kural olarak,] başına bir kötülük geldiği zaman sızlanmaya başlar,
21. bir iyilik ile karşılaşınca da onu bencilce [sahiplenip başka insanlardan] uzak tutar.
22. Ancak namazda bilinçli olarak Allah'a yönelenler böyle değildir,
23. [ve] namazlarında devamlı ve kararlı olanlar;
24. ve şunlar: malları üzerinde (başkasının) hak sahibi olduğunu kabul edenler,
25. [yardım] isteyenlerin ve [hayatın güzel şeylerinden] yoksun bulunanların;
26. ve Hesap Günü'nü[n geleceğini] tasdik edenler;
27. ve Rablerinin azabına karşı korku ve saygı içinde bulunanlar,
28. zaten Rabbinin azabına karşı hiç kimse kendini [tam] bir güven içinde hissedemez;
29. Ve iffetlerine karşı duyarlı olanlar,
30. eşleri; yani [nikah yoluyla] meşru şekilde sahip oldukları dışında [isteklerini frenleyenler:] çünkü ancak o zaman hiçbir kınamaya uğramazlar,
31. ama o [sınır]ın ötesine geçmek isteyenler, gerçek haddi aşanlardır;
32. emanetlere ve ahidlerine riayet edenler;
33. ve şahitlik yaptıkları zaman kararlı duranlar;
34. ve namazlarını [bütün dünyevî endişelerden] uzak tutanlar.
35. İşte bunlardır [cennet] bahçeler[in]de ağırlanacak olanlar!
36. O HALDE bu hakikati inkara şartlanmış olanlara ne oluyor ki senin önünde şaşkın vaziyette oraya buraya koşturuyorlar,
37. sağdan ve soldan kalabalıklar halinde [sana gelerek]?
38. Onların her biri [bu şekilde] bir esenlik bahçesine gireceğini mi sanıyor?
39. Asla! Çünkü, Biz onları [çok iyi] bildikleri bir şeyden yarattık!
40. Evet! Bütün gündoğumu ve günbatımı noktalarının (17) Rabbini [Bizim varlığımıza] tanıklık etmeye çağırırım: şüphesiz Biz muktediriz,
41. onları kendilerinden daha hayırlı [bir toplum] ile değiştirmeye: çünkü Bizi [istediğimizi yapmaktan] alıkoyan hiçbir şey yoktur.
42. O halde, bırak onları, kendilerine vaad edilen [Hesap] Günü ile karşılaşıncaya kadar boş konuşmalarla oyalansınlar ve [kelimelerle] oynayıp dursunlar;
43. ki o Gün bir hedefe doğru yarışıyorlarmış gibi mezarlarından aceleyle fırlarlar,
44. gözleri düşmüş, zillete dûçâr bir vaziyette: işte onlara defalarca haber verilen Gün...
Müslümaların Dikkatine / Mehmet Şevket Eygi
SEVGİLİ Müslüman kardeşlerime bazı hususları hatırlatmak istiyorum. Maddeler halinde çok kısa yazacağım, açık ve seçik...
(1) Allah’a iman ettik diyoruz, O’nun emirlerini yerine getirmiyoruz, yasaklarından uzak durmuyoruz.
(2) Peygambere iman ettik diyoruz, O’nun sünnetine uymuyoruz.
(3) Müslümanların Kur’ân’ı kendilerine hayat düsturu etmeleri gerekir. Biz Kur’ân’ı okuyoruz, sonra bildiğimizi okuyoruz.
(4) Riba/faiz muamelelerine batan bir İslâm toplumunun iflah olması mümkün ve muhtemel değildir. Biz ise açık veya “gizli” ribaya batmış vaziyetteyiz.
(5) İslâm’da imandan sonra en önemli vazife 5 vakit namazı cemaatle kılmaktır. Bu hususta da dehşet verici bir ihmal, hafife alma, gaflet ve hıyanet içindeyiz.
(6) Cihadı terk eden, cihad şuurunu yitiren bir Müslüman toplum zillete ve esarete düşmeye mahkumdur. Bugün Müslümanların içinde öyle şaşırmışlar vardır ki, ‘İslâm’da cihad yoktur...” diyebilecek kadar sapıtmışlardır.
(7) İslâm, kanaati emrediyor; biz ise lüks, aşırı tüketim, aşırı konfor, gösteriş, müzeyyen evler, müzeyyen yazlıklar, pahalı binitler, yüksek kalite giyim kuşam, lüks yeme içme gibi çürütücü, çökertici, fesada yol açan şeytanî işlerle meşgulüz.
(8) İslâm, kadınların ve kızların tesettüre girmesini emrediyor, bizim bir kısmımız dinin bu emrine tamamen arka çevirmiş, diğer bir kısmımız ise tesettür diyerek akıl almaz boyalara, şekillere bürünmüş. Bu konuda kendimizi ıslah etmezsek kurtulamayız, zilletten izzete geçemeyiz.
(9) İslâm, ilmi, irfanı, marifeti, kültürü, hikmeti emrediyor; biz ise bunların ana kaynağı olan faydalı ve değerli kitaplara, cep telefonlarına verdiğimiz önemin binde birini bile vermiyoruz.
(10) Her Müslümanın evinde televizyon var. Peki, kaç Müslümanın evinde özel kitaplık var? Müslümanların yüzde 99’u günde birkaç saat televizyon seyrediyor. Peki, her gün birkaç saat faydalı ve kıymetli kitap okuyup bilgisini arttıran kaç Müslüman var? Yüzde bir çıkar mı dersiniz?
(11) Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bizi uyarmış: “Komşusu açken tok geceleyen bizden değildir...” Biz bu uyarıyı dikkate alıyor muyuz? Zengin, varlıklı, hatta orta halli Müslümanlar “Müslümanca” yeseler, yaşasalar artan para ve imkânla açların da doyması mümkündür. Bizde böyle bir gayret ve şuur var mı?
(12) Peygamberimiz “Bir kavme/topluma benzeyen ondan olur...” buyurmuş. Biz, bilerek veya bilmeyerek bizden olmayanlara hayranlık duyuyor ve onları maymunca taklit ediyoruz.
(13) İslâm ahlâkına ve öğretilerine göre para bir araçtır. Müslüman parayı amaç haline getirmez, putlaştırmaz. Para, maddî zenginlik, dünya servetleri konusunda bunca dinî uyarı varken, İslâmî kesimde bunlara aykırı nice işler yapılıyor. Toplumun zenginleşmesi, insanların gelirlerinin artması, harcamaların ve tüketimin çoğalması iyiye alâmet değildir. Para bolluğu ve zenginlik bir Müslüman toplumda azgınlığa, isyanlara, günahlara, fısk ve fücura yol açıyorsa musibet ve felâketlere hazır olmak gerekir.
(14) İslâm, nifakı, fitne ve fesadı, tefrikayı, menfi kavmiyetçiliği, mü’minlerin birbirleriyle çekişip tepişmelerini, sen ben kavgalarını yasaklamış ve mü’minleri tefrika konusunda çok açık ve kesin şekilde uyarmıştır. İslâm ümmeti, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik teşkil etmelidir. Şimdi biz böyle miyiz, yoksa birbirinden kopuk hiziplere, fırkalara, cemaatlere, gruplara, kliklere ayrılmış olup çekişiyor muyuz?
(15) Bir Müslümana en fazla zarar veren şey, kendi dilidir. İslâm ahlâkı kitaplarında, meselâ İmam-ı Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserinde lisan afetleri sıralanır ve Müslümanlar uyarılır. Biz lisanımızı koruyabiliyor muyuz? Gıybetten, nemîmeden uzak duruyor muyuz?
(16) Yakın zamanlara kadar Müslümanlar ağır baskılar altındaydı, eziliyordu. Sonra biraz hürriyet geldi... Biz bu hürriyetten yararlanarak dinimizi yüceltmek, kendimizi ıslah etmek, ülkemizi iyi ve doğru bir düzene kavuşturmak için gereği gibi ve yeterli şekilde çalıştık mı? Çalışmış olsaydık, Türkiye böyle olmazdı. Elimize para, imkân, servet geçince dağıttık; lükse, israfa, gösterişe yöneldik.
(17) Müslüman çocukların, gençlerin, yeni nesillerin; İslâm dininin öğretilerinin ışığında ve yönünde iyi, güçlü, vasıflı, üstün, ahlâklı, faziletli, karakterli, hamiyetli, mürüvvetli, fütüvvetli insanlar olarak yetiştirilmesi gerekir. Bu da mükemmel bir plan ve programla yapılabilir. Biz çocuklarımızı, gençlerimizi, yeni nesilleri böyle yetiştirebiliyor muyuz?
(18) Yüce İslâm dini, Cuma ezanı okununca Müslümanların ticareti bırakmalarını ve camilere gidip Cuma namazı kılmalarını, Allah’ı anmalarını kesin bir şekilde emrediyor. Bugünkü Müslümanlar bu emre uyuyorlar mı? Lokantacı Hacı Bey, Cuma ezanı okununca dükkândaki personele “Çocuklar ben namaza gidiyorum, siz işlere mukayyet olunuz, kasaya dikkat ediniz...” diyor. Bu ne biçim Hacı Beydir? Böyle dindar ve sofu Müslüman olur mu? Dindarı böyle yaparsa ötekiler neler yapmaz? Devam edecek.
(1) Allah’a iman ettik diyoruz, O’nun emirlerini yerine getirmiyoruz, yasaklarından uzak durmuyoruz.
(2) Peygambere iman ettik diyoruz, O’nun sünnetine uymuyoruz.
(3) Müslümanların Kur’ân’ı kendilerine hayat düsturu etmeleri gerekir. Biz Kur’ân’ı okuyoruz, sonra bildiğimizi okuyoruz.
(4) Riba/faiz muamelelerine batan bir İslâm toplumunun iflah olması mümkün ve muhtemel değildir. Biz ise açık veya “gizli” ribaya batmış vaziyetteyiz.
(5) İslâm’da imandan sonra en önemli vazife 5 vakit namazı cemaatle kılmaktır. Bu hususta da dehşet verici bir ihmal, hafife alma, gaflet ve hıyanet içindeyiz.
(6) Cihadı terk eden, cihad şuurunu yitiren bir Müslüman toplum zillete ve esarete düşmeye mahkumdur. Bugün Müslümanların içinde öyle şaşırmışlar vardır ki, ‘İslâm’da cihad yoktur...” diyebilecek kadar sapıtmışlardır.
(7) İslâm, kanaati emrediyor; biz ise lüks, aşırı tüketim, aşırı konfor, gösteriş, müzeyyen evler, müzeyyen yazlıklar, pahalı binitler, yüksek kalite giyim kuşam, lüks yeme içme gibi çürütücü, çökertici, fesada yol açan şeytanî işlerle meşgulüz.
(8) İslâm, kadınların ve kızların tesettüre girmesini emrediyor, bizim bir kısmımız dinin bu emrine tamamen arka çevirmiş, diğer bir kısmımız ise tesettür diyerek akıl almaz boyalara, şekillere bürünmüş. Bu konuda kendimizi ıslah etmezsek kurtulamayız, zilletten izzete geçemeyiz.
(9) İslâm, ilmi, irfanı, marifeti, kültürü, hikmeti emrediyor; biz ise bunların ana kaynağı olan faydalı ve değerli kitaplara, cep telefonlarına verdiğimiz önemin binde birini bile vermiyoruz.
(10) Her Müslümanın evinde televizyon var. Peki, kaç Müslümanın evinde özel kitaplık var? Müslümanların yüzde 99’u günde birkaç saat televizyon seyrediyor. Peki, her gün birkaç saat faydalı ve kıymetli kitap okuyup bilgisini arttıran kaç Müslüman var? Yüzde bir çıkar mı dersiniz?
(11) Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bizi uyarmış: “Komşusu açken tok geceleyen bizden değildir...” Biz bu uyarıyı dikkate alıyor muyuz? Zengin, varlıklı, hatta orta halli Müslümanlar “Müslümanca” yeseler, yaşasalar artan para ve imkânla açların da doyması mümkündür. Bizde böyle bir gayret ve şuur var mı?
(12) Peygamberimiz “Bir kavme/topluma benzeyen ondan olur...” buyurmuş. Biz, bilerek veya bilmeyerek bizden olmayanlara hayranlık duyuyor ve onları maymunca taklit ediyoruz.
(13) İslâm ahlâkına ve öğretilerine göre para bir araçtır. Müslüman parayı amaç haline getirmez, putlaştırmaz. Para, maddî zenginlik, dünya servetleri konusunda bunca dinî uyarı varken, İslâmî kesimde bunlara aykırı nice işler yapılıyor. Toplumun zenginleşmesi, insanların gelirlerinin artması, harcamaların ve tüketimin çoğalması iyiye alâmet değildir. Para bolluğu ve zenginlik bir Müslüman toplumda azgınlığa, isyanlara, günahlara, fısk ve fücura yol açıyorsa musibet ve felâketlere hazır olmak gerekir.
(14) İslâm, nifakı, fitne ve fesadı, tefrikayı, menfi kavmiyetçiliği, mü’minlerin birbirleriyle çekişip tepişmelerini, sen ben kavgalarını yasaklamış ve mü’minleri tefrika konusunda çok açık ve kesin şekilde uyarmıştır. İslâm ümmeti, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik teşkil etmelidir. Şimdi biz böyle miyiz, yoksa birbirinden kopuk hiziplere, fırkalara, cemaatlere, gruplara, kliklere ayrılmış olup çekişiyor muyuz?
(15) Bir Müslümana en fazla zarar veren şey, kendi dilidir. İslâm ahlâkı kitaplarında, meselâ İmam-ı Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserinde lisan afetleri sıralanır ve Müslümanlar uyarılır. Biz lisanımızı koruyabiliyor muyuz? Gıybetten, nemîmeden uzak duruyor muyuz?
(16) Yakın zamanlara kadar Müslümanlar ağır baskılar altındaydı, eziliyordu. Sonra biraz hürriyet geldi... Biz bu hürriyetten yararlanarak dinimizi yüceltmek, kendimizi ıslah etmek, ülkemizi iyi ve doğru bir düzene kavuşturmak için gereği gibi ve yeterli şekilde çalıştık mı? Çalışmış olsaydık, Türkiye böyle olmazdı. Elimize para, imkân, servet geçince dağıttık; lükse, israfa, gösterişe yöneldik.
(17) Müslüman çocukların, gençlerin, yeni nesillerin; İslâm dininin öğretilerinin ışığında ve yönünde iyi, güçlü, vasıflı, üstün, ahlâklı, faziletli, karakterli, hamiyetli, mürüvvetli, fütüvvetli insanlar olarak yetiştirilmesi gerekir. Bu da mükemmel bir plan ve programla yapılabilir. Biz çocuklarımızı, gençlerimizi, yeni nesilleri böyle yetiştirebiliyor muyuz?
(18) Yüce İslâm dini, Cuma ezanı okununca Müslümanların ticareti bırakmalarını ve camilere gidip Cuma namazı kılmalarını, Allah’ı anmalarını kesin bir şekilde emrediyor. Bugünkü Müslümanlar bu emre uyuyorlar mı? Lokantacı Hacı Bey, Cuma ezanı okununca dükkândaki personele “Çocuklar ben namaza gidiyorum, siz işlere mukayyet olunuz, kasaya dikkat ediniz...” diyor. Bu ne biçim Hacı Beydir? Böyle dindar ve sofu Müslüman olur mu? Dindarı böyle yaparsa ötekiler neler yapmaz? Devam edecek.
Olmasaydı Diyenler Ne Diyor? / Gökhan Özcan
Tarihi "Mavi Marmara" hadisesinde ilk günlerin harareti azalınca itirazcı güruh yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. İlk günden harekete geçmemelerinin sebebi, hiç şüpheniz olmasın ki, memleketin her bir metrekaresinde dimdik ayağa kalkmış olan büyük insanlık şuurudur. Şimdi dozu iyi ayarlayarak gündeme müdahil olmaya çalışıyorlar. Doğrudan söyleyemiyorlar elbet, milletimizin hissiyatı buna hâlâ aman vermiyor. Onlar da "Bir kere en başta söyleyelim ki..." diye söze başlıyor, İsrail'i hafiften kınıyor, ardından "ama..." diyerek asıl maksatlarına geçiyorlar. "İtidal"le başlayıp "reelpolitik"le devam eden bütün bu cümlelerin altından "Bu iş hiç yapılmamalıydı!" anafikri sırıtıyor. Cümlelerinin "ama"dan sonraki kısımları, önceki kısımlarını manasız hale getiriyor çünkü.
Yani ne diyorlar?
Aylardır aç, susuz, ilaçsız, okulsuz, hastanesiz bırakılan Gazze, daha nice zaman bu çaresizliğin kollarına bırakılsaydı diyorlar.
Bütün insanlığın gözlerini yumduğu, kulaklarını tıkadığı bu zulme biz de arkamızı dönmeye devam etmeliydik diyorlar.
İsrail'in senelerden beri bölgede estirdiği teröre, yine senelerden beri süren sessizliğimizi korumalıydık diyorlar.
Kimsenin sahip çıkmadığı hakka, hukuka, adalete biz de sahip çıkmamalıydık diyorlar.
İmdat eden mazlumların yardımına koşmaya bizim yüreğimiz yetmiyorsa, kimsenin yüreği de yetmesin diyorlar.
Çocuklar orada ölmeye devam etsin, biz her akşam oturup televizyon ekranlarında stratejik havanlarda su dövmeye devam edelim diyorlar.
İnsanlık haysiyetini ayaklar altına alsa bile zorba bizim stratejik ortağımızdır, incitmeyelim diyorlar.
Önemli olan menfaatlerdir, bu yolda insanlık teferruattır diyorlar.
İnsanlık kundaklansın, mazlumların sesleri bastırılsın, Araplar Araplarla ilgilensin, biz kendi işimize bakalım diyorlar.
Mümkünse kimsenin dostluğuna talip olmayalım, sonra da bizim bizden başka dostumuz yok diye havalara girelim diyorlar.
Bizim zerre kadar ufkumuz yok, senelerce vehim senaryolarıyla idare ettik, şimdi eski köye yeni adet çıkarıp bizim kifayetsizliğimizi yüzümüze vurmayın diyorlar.
Bu memleketten bir gemi dolusu yiğit insan çıkması hayra alamet değil, yoksa bu millet büyüklüğünü mü hatırlıyor, diyor, endişeye kapılıyorlar.
Madem yaptınız bir insanlık, hiç değilse Müslümanlığınızı saklayın diyorlar.
Yardım toplayacaksanız toplayın, ama bırakın İsrail hepsine el koysun diyorlar.
Ölecekseniz ölün ama İsrail askerine fiske vurmayın diyorlar.
"Ama..." ile başlayıp hırsızı suçsuz çıkarmaya çalışan bütün itirazların bilinçaltında bu ve buna benzer sayıklamalar var. Tamamına "fasarya" deyip geçiyoruz! Zerre kadar da hak vermiyoruz.
Bir gemi dolusu yiğit insan gidip bir mazlum şehre zalime karşı yalnız olmadığını haykırmıştır. Bazıları bu uğurda canını verip şehit olmuştur. O geminin içinde Hıristiyanlar, Yahudiler, ateistler vardır. Ve elbette ve çok şükür ki Müslümanlar da vardır. Bu gemi bütün inanan insanların şerefidir, bundan gocunan kendi derdine, insanlığına yansın! Yenişafak
Yani ne diyorlar?
Aylardır aç, susuz, ilaçsız, okulsuz, hastanesiz bırakılan Gazze, daha nice zaman bu çaresizliğin kollarına bırakılsaydı diyorlar.
Bütün insanlığın gözlerini yumduğu, kulaklarını tıkadığı bu zulme biz de arkamızı dönmeye devam etmeliydik diyorlar.
İsrail'in senelerden beri bölgede estirdiği teröre, yine senelerden beri süren sessizliğimizi korumalıydık diyorlar.
Kimsenin sahip çıkmadığı hakka, hukuka, adalete biz de sahip çıkmamalıydık diyorlar.
İmdat eden mazlumların yardımına koşmaya bizim yüreğimiz yetmiyorsa, kimsenin yüreği de yetmesin diyorlar.
Çocuklar orada ölmeye devam etsin, biz her akşam oturup televizyon ekranlarında stratejik havanlarda su dövmeye devam edelim diyorlar.
İnsanlık haysiyetini ayaklar altına alsa bile zorba bizim stratejik ortağımızdır, incitmeyelim diyorlar.
Önemli olan menfaatlerdir, bu yolda insanlık teferruattır diyorlar.
İnsanlık kundaklansın, mazlumların sesleri bastırılsın, Araplar Araplarla ilgilensin, biz kendi işimize bakalım diyorlar.
Mümkünse kimsenin dostluğuna talip olmayalım, sonra da bizim bizden başka dostumuz yok diye havalara girelim diyorlar.
Bizim zerre kadar ufkumuz yok, senelerce vehim senaryolarıyla idare ettik, şimdi eski köye yeni adet çıkarıp bizim kifayetsizliğimizi yüzümüze vurmayın diyorlar.
Bu memleketten bir gemi dolusu yiğit insan çıkması hayra alamet değil, yoksa bu millet büyüklüğünü mü hatırlıyor, diyor, endişeye kapılıyorlar.
Madem yaptınız bir insanlık, hiç değilse Müslümanlığınızı saklayın diyorlar.
Yardım toplayacaksanız toplayın, ama bırakın İsrail hepsine el koysun diyorlar.
Ölecekseniz ölün ama İsrail askerine fiske vurmayın diyorlar.
"Ama..." ile başlayıp hırsızı suçsuz çıkarmaya çalışan bütün itirazların bilinçaltında bu ve buna benzer sayıklamalar var. Tamamına "fasarya" deyip geçiyoruz! Zerre kadar da hak vermiyoruz.
Bir gemi dolusu yiğit insan gidip bir mazlum şehre zalime karşı yalnız olmadığını haykırmıştır. Bazıları bu uğurda canını verip şehit olmuştur. O geminin içinde Hıristiyanlar, Yahudiler, ateistler vardır. Ve elbette ve çok şükür ki Müslümanlar da vardır. Bu gemi bütün inanan insanların şerefidir, bundan gocunan kendi derdine, insanlığına yansın! Yenişafak
Yusuf Kıssası’nın Finalisti Olamamak / Senai Demirci
Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın akışı içinde sessiz ve sözsüz dersler vardır. Kıssada sözle hiç vurgulanmaz ama Yusuf[as], onca kötülük gördüğü halde, kimsenin gıybetini yapmaz. Kimsenin gıyabında yapılmış bir konuşması aktarılmaz Yusuf’un[as]. Sözlerinin hepsi de kişilerin yüzüne karşı söylenmiştir. Kimseyi ardından yaptıkları nahoş işlerle anmaz. Ne kardeşlerini, ne kendini ucuza satan kervanı, ne saldırısına ve iftirasına maruz kaldığı “Zeliha”yı, ne de haklı olduğunu bildiği halde zindana atılmasına göz yuman “aziz”i…
Yusuf[as], en başta, kardeşlerinin gıybetini yapmadı. Oysa haklıydı. Kime anlatsa başına gelenleri, ona hak verecekti. Üstelik söyleyecekleri doğru olacaktı. Kendisine haset etmişlerdi. Önce öldürmeye kalkmışlar, sonra da ıssız bir kuyuya atmışlardı. Üstelik gömleğini de üzerinden sıyırıp almışlar, çıplak bırakmışlardı.
Eğer Yusuf[as] kardeşlerinin gıyabında, onları yaptıkları nahoş şeylerle ansaydı, sonunda, kendilerini Yusuf’un[as] karşısında bulup pişmanlıklarını ifade ettiklerinde sevinebilecek miydi? Kendisini bulan kervancılara anlatabilirdi doğruları… Kendisini satın alan “aziz”e gammazlayabilirdi kardeşlerini. Güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlara geçebilirdi nasıl da kuyulara itildiğini… Çile çektiği zindanda uzun dedikodulara konu edebilirdi kardeşlerini...
Peki ya o gün geldiğinde.. Kıssanın finali gelip çattığında, kötülük ettikleri Yusuf’u[as] kendilerine iyilik eder halde bulan kardeşleri mahcup olduğunda… “Sen gerçekten Yusuf’sun, öyle mi?” [Yusuf, 90] şaşkınlığının eşiğinde itirafa durduklarında, gıybet etmiş bir Yusuf’un[as] hali nasıl olacaktı? Yusuf[as] da gıybetlerini ederek kardeşlerine kötülük yapmış biri olacağı için, kardeşlerinin “Allah seni bize üstün kıldı ve biz de gerçekten hataya düşenlerden olduk” [Yusuf, 91] sözünü vicdan azabı olmaksızın dinleyebilecek miydi? “Ah, ah, kardeşlerim, ben sizi nicelerine kötüledim, bundan böyle size yeni bir sayfa açma hakkım kalmadı” demek zorunda kalmaz mıydı? O sahici mahcubiyetin önünde sahici bir haklılıkla durabilecek miydi? Bu sahici pişmanlığın oluşmasına katkıda bulunmuş sayabilecek miydi kendini? “Bundan böyle ben sizi bağışlamış olsam da, gıybetinizi dinlettiklerim sizi hep kötü bilecek, sizi hiç bağışlamayacak. İyiliğine şimdi inandığım kardeşlerimi bir ömür kötülükle etiketleyen ben özür dilenmeyi hak etmedim ki...” diye yanıp yakılmaz mıydı?
Anlaşılan o ki, gıybet ettiğimizde, gıybeti ettiğimiz kişiyle yüzleşmeyi ömür boyu iptal ediyoruz. Gıybeti itiraf etsek bir dert, etmesek ayrı bir dert… İtirafta da itirafsızlıkta da çıkış yok. İtiraf etsek, kardeşimizi utandırmaktan korkarız, kendimiz zaten utanırız, üstelik onu, hakkındaki nahoş gerçekle utandırdığımıza da utanırız. Gıybette konuştuğumuz şey “gerçek-dışı” olsaydı, bari sadece biz utanmakla kalırdık, o da zaten kendisinde olmayan bir sıfatla anıldığı için her görüşmemizde utanmak zorunda kalmazdı. Gıybet değil de iftira etseydik ona, hakkındaki nahoşluk yalan olsaydı, onu utandırmaktan korkmazdık, onu utandırdığımız için de utanmak zorunda kalmazdık.
Kendi utancımız tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ama o “nahoş gerçek” ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden utandırır. Utananlar çoğalır. Hakkında konuştuğumuz nahoş gerçeği açık ettiğimiz birinin yüzüne bakmaya utanırız. Onu da yüzümüze bakmaya utandırırız. İki taraflı bir perde örülür aramızda.
Öyleyse itiraf etmeyelim mi gıybeti? Bu da çözüm değil.. İtiraf etmezsek, kendisinden sürekli sakladığımız bir sır olduğu için kardeşimizle ilişkimiz asla “açık” olamaz. Her iltifatımızda, utandığımız için ilişkimiz o farkında olmadığı halde bir türlü “içten”lik kazanamaz. Ondan sürekli saklanır gibi oluruz. Ona onun haberi olmaksızın, kendi suçumuz yüzünden kötülük yaparız. Kendi kötülüğümüz yüzünden onu mağdur ederiz. Ne yazık ki bunu ona haber veremeyiz. Aramızdaki o soğukluk hep kalır, giderek buzlanır.
Gıybet ettiysek, Yusuf’un[as] pişman olan kardeşlerine söylediği şu final sözünü söyleme hakkını ebediyen kaybederiz: “Bugün size kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin merhametlisidir.” [Yusuf, 92] Gıyabında defalarca kınadığımız kardeşlerimize “Bugün size kınama yoktur” dersek, nasıl da bir anda ikiyüzlü oluveririz! Dün niye kınama vardı peki? Bugün kınamamaya karar verdiğimiz kardeşimiz, dünkü kınamalarımızı dinleyenlerin hatıralarında, bakışlarında bugün de, yarın da kınanmaya devam edecek… “Bugün size kınama yok!” deme ikiyüzlülüğünü göze alsak bile, fiziksel olarak bugün kınamaları durduramayız.. Kardeşimiz, hakkında bildiklerinden habersiz olduğu için kendisini asla savunamayacağı kişilerin gözünde sürekli kınanmaya devam edecek. “Bugün size kınama yok!” deme hakkını elde edebilmemiz için dünlerin hiçbirinde, kardeşlerimizi kınamış olmamız gerek.
Bize kötülük yapmış da olsa kardeşlerimiz karşısında bir “Yusuf[as] sözlü” olma fırsatını dilimizle itiyoruz. Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın güzel sözlü finalisti olamıyoruz...
Yusuf[as], en başta, kardeşlerinin gıybetini yapmadı. Oysa haklıydı. Kime anlatsa başına gelenleri, ona hak verecekti. Üstelik söyleyecekleri doğru olacaktı. Kendisine haset etmişlerdi. Önce öldürmeye kalkmışlar, sonra da ıssız bir kuyuya atmışlardı. Üstelik gömleğini de üzerinden sıyırıp almışlar, çıplak bırakmışlardı.
Eğer Yusuf[as] kardeşlerinin gıyabında, onları yaptıkları nahoş şeylerle ansaydı, sonunda, kendilerini Yusuf’un[as] karşısında bulup pişmanlıklarını ifade ettiklerinde sevinebilecek miydi? Kendisini bulan kervancılara anlatabilirdi doğruları… Kendisini satın alan “aziz”e gammazlayabilirdi kardeşlerini. Güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlara geçebilirdi nasıl da kuyulara itildiğini… Çile çektiği zindanda uzun dedikodulara konu edebilirdi kardeşlerini...
Peki ya o gün geldiğinde.. Kıssanın finali gelip çattığında, kötülük ettikleri Yusuf’u[as] kendilerine iyilik eder halde bulan kardeşleri mahcup olduğunda… “Sen gerçekten Yusuf’sun, öyle mi?” [Yusuf, 90] şaşkınlığının eşiğinde itirafa durduklarında, gıybet etmiş bir Yusuf’un[as] hali nasıl olacaktı? Yusuf[as] da gıybetlerini ederek kardeşlerine kötülük yapmış biri olacağı için, kardeşlerinin “Allah seni bize üstün kıldı ve biz de gerçekten hataya düşenlerden olduk” [Yusuf, 91] sözünü vicdan azabı olmaksızın dinleyebilecek miydi? “Ah, ah, kardeşlerim, ben sizi nicelerine kötüledim, bundan böyle size yeni bir sayfa açma hakkım kalmadı” demek zorunda kalmaz mıydı? O sahici mahcubiyetin önünde sahici bir haklılıkla durabilecek miydi? Bu sahici pişmanlığın oluşmasına katkıda bulunmuş sayabilecek miydi kendini? “Bundan böyle ben sizi bağışlamış olsam da, gıybetinizi dinlettiklerim sizi hep kötü bilecek, sizi hiç bağışlamayacak. İyiliğine şimdi inandığım kardeşlerimi bir ömür kötülükle etiketleyen ben özür dilenmeyi hak etmedim ki...” diye yanıp yakılmaz mıydı?
Anlaşılan o ki, gıybet ettiğimizde, gıybeti ettiğimiz kişiyle yüzleşmeyi ömür boyu iptal ediyoruz. Gıybeti itiraf etsek bir dert, etmesek ayrı bir dert… İtirafta da itirafsızlıkta da çıkış yok. İtiraf etsek, kardeşimizi utandırmaktan korkarız, kendimiz zaten utanırız, üstelik onu, hakkındaki nahoş gerçekle utandırdığımıza da utanırız. Gıybette konuştuğumuz şey “gerçek-dışı” olsaydı, bari sadece biz utanmakla kalırdık, o da zaten kendisinde olmayan bir sıfatla anıldığı için her görüşmemizde utanmak zorunda kalmazdı. Gıybet değil de iftira etseydik ona, hakkındaki nahoşluk yalan olsaydı, onu utandırmaktan korkmazdık, onu utandırdığımız için de utanmak zorunda kalmazdık.
Kendi utancımız tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ama o “nahoş gerçek” ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden utandırır. Utananlar çoğalır. Hakkında konuştuğumuz nahoş gerçeği açık ettiğimiz birinin yüzüne bakmaya utanırız. Onu da yüzümüze bakmaya utandırırız. İki taraflı bir perde örülür aramızda.
Öyleyse itiraf etmeyelim mi gıybeti? Bu da çözüm değil.. İtiraf etmezsek, kendisinden sürekli sakladığımız bir sır olduğu için kardeşimizle ilişkimiz asla “açık” olamaz. Her iltifatımızda, utandığımız için ilişkimiz o farkında olmadığı halde bir türlü “içten”lik kazanamaz. Ondan sürekli saklanır gibi oluruz. Ona onun haberi olmaksızın, kendi suçumuz yüzünden kötülük yaparız. Kendi kötülüğümüz yüzünden onu mağdur ederiz. Ne yazık ki bunu ona haber veremeyiz. Aramızdaki o soğukluk hep kalır, giderek buzlanır.
Gıybet ettiysek, Yusuf’un[as] pişman olan kardeşlerine söylediği şu final sözünü söyleme hakkını ebediyen kaybederiz: “Bugün size kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin merhametlisidir.” [Yusuf, 92] Gıyabında defalarca kınadığımız kardeşlerimize “Bugün size kınama yoktur” dersek, nasıl da bir anda ikiyüzlü oluveririz! Dün niye kınama vardı peki? Bugün kınamamaya karar verdiğimiz kardeşimiz, dünkü kınamalarımızı dinleyenlerin hatıralarında, bakışlarında bugün de, yarın da kınanmaya devam edecek… “Bugün size kınama yok!” deme ikiyüzlülüğünü göze alsak bile, fiziksel olarak bugün kınamaları durduramayız.. Kardeşimiz, hakkında bildiklerinden habersiz olduğu için kendisini asla savunamayacağı kişilerin gözünde sürekli kınanmaya devam edecek. “Bugün size kınama yok!” deme hakkını elde edebilmemiz için dünlerin hiçbirinde, kardeşlerimizi kınamış olmamız gerek.
Bize kötülük yapmış da olsa kardeşlerimiz karşısında bir “Yusuf[as] sözlü” olma fırsatını dilimizle itiyoruz. Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın güzel sözlü finalisti olamıyoruz...
Bugün Kuran Okudun mu? / Cengiz Yalçınkaya
Dünyevileşen kaygılarımıza o kadar mahkum olduk ki artık ibadetlerimiz dahi sıradanlaşıyor, basit bir adet haline geliyor. Kötü bir zamanda yaşıyoruz ve yol göstericimiz Kur'an ayetlerinden o kadar uzağız ki bu kaygıların önüne geçemiyoruz. Okumamız durumunda da bu konuda istikrarlı olamıyoruz.
Toplumumuzda bir kısım insanımız hiç kitap okumuyor iken bir kısım insanımız da o kadar dünyevi kitaplara boğulmuş durumdaki kitapların en güzeli, kelamların en yücesi olan Kur'an-Kerim okumayı ihmal ediyor. Allah'ın ilk emri "oku" iken, Müslümanlar olarak bu emre niye bu kadar uzak kaldığımızı sorgulamamız gerek. Kur'an'ı okumaya, anlamaya, ondan feyz almaya o kadar çok ihtiyacımız var ki uzun uzun yazsak dahi anlatamayız derdimizi.
Kur'an okumayı önemsemeli ama okumaya alışmamalı
Şahsi olarak dikkatimizi en çok çeken, merakımızın en yoğun olduğu konulara yönelik ayetleri okumak, araştırmak bir bilinç edinmemize bir vesile olacaktır. Allah'ın ayetlerinde bizlere neler söylemeye çalıştığına yoğunlaşmamız gerekir. Nitekim Allah, Kamer Suresinin 17. ayetinde "Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?" diye buyuruyor. Kur'an'ı okurken Türkçe mealini de birlikte okumayı unutmayalım. Tefsir kitaplarını yanımızdan eksik etmeyelim. Evde, işyerinde, okulda; yurtta bir kardeşimizle, arkadaşımızla, akrabamızla çok etkilendiğimiz bir ayeti paylaşalım ve bununla birlikte ayet üzerinde düşünüp münazara edelim ki Kur'an okumak konusunda heyecanımız ve hevesimiz artsın.
Her gün en az bir sayfa Kur'an okuyalım!
Kur'an okumak için çok fazla değil ufak bir zaman ayırarak en azından günde 1 sayfacık da olsa güzel kitabımızdan okuyalım. Mealini ve tefsirini de yanında okumayı eksik etmeyelim. Elbette Murat Menteş, İbrahim Tenekeci, Cahit Zarifoğlu okuyacağız. Bu güzel sanatçılar bizim değerlerimiz. Ancak bu değerleri okuyup da Kur'an'a vakit ayıramıyorsak sanırım kendimize yazık ediyoruz. Eğer Asım'ın Nesli, Büyük Doğu Nesli veya Diriliş Nesli'ne ulaşmak istiyorsak daha çok kutsal kitabımıza sarılmalıyız. Yaşamımızdaki her vakti Kur'an okumak için bir fırsat olarak görelim. Her mekânda okuyalım, okutturalım. Çocuklarımızı, gençlerimizi, büyüklerimizi Kur'an'sız bırakmayalım. Unutmayalım ki Müslümanın ilhamı ve hayat iksiri Allah'ın kelamında saklı. Okuyalım daha çok okuyalım ki daha çok Allah'a yaklaşalım. Onun sevgisine layık konuma gelecek bireyler halini alalım.
Haydi kardeşler, ağabeyler, ablalar, amcalar, dedeler günde en az bir sayfa Kur'an-ı Kerim okuyalım. Bu konuda kendi aramızda küçük gruplar kuralım, giderek yayılalım...!
"Allah Kur'an'ı hayatımızda merkez kılsın." Amin.
Toplumumuzda bir kısım insanımız hiç kitap okumuyor iken bir kısım insanımız da o kadar dünyevi kitaplara boğulmuş durumdaki kitapların en güzeli, kelamların en yücesi olan Kur'an-Kerim okumayı ihmal ediyor. Allah'ın ilk emri "oku" iken, Müslümanlar olarak bu emre niye bu kadar uzak kaldığımızı sorgulamamız gerek. Kur'an'ı okumaya, anlamaya, ondan feyz almaya o kadar çok ihtiyacımız var ki uzun uzun yazsak dahi anlatamayız derdimizi.
Kur'an okumayı önemsemeli ama okumaya alışmamalı
Şahsi olarak dikkatimizi en çok çeken, merakımızın en yoğun olduğu konulara yönelik ayetleri okumak, araştırmak bir bilinç edinmemize bir vesile olacaktır. Allah'ın ayetlerinde bizlere neler söylemeye çalıştığına yoğunlaşmamız gerekir. Nitekim Allah, Kamer Suresinin 17. ayetinde "Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?" diye buyuruyor. Kur'an'ı okurken Türkçe mealini de birlikte okumayı unutmayalım. Tefsir kitaplarını yanımızdan eksik etmeyelim. Evde, işyerinde, okulda; yurtta bir kardeşimizle, arkadaşımızla, akrabamızla çok etkilendiğimiz bir ayeti paylaşalım ve bununla birlikte ayet üzerinde düşünüp münazara edelim ki Kur'an okumak konusunda heyecanımız ve hevesimiz artsın.
Her gün en az bir sayfa Kur'an okuyalım!
Kur'an okumak için çok fazla değil ufak bir zaman ayırarak en azından günde 1 sayfacık da olsa güzel kitabımızdan okuyalım. Mealini ve tefsirini de yanında okumayı eksik etmeyelim. Elbette Murat Menteş, İbrahim Tenekeci, Cahit Zarifoğlu okuyacağız. Bu güzel sanatçılar bizim değerlerimiz. Ancak bu değerleri okuyup da Kur'an'a vakit ayıramıyorsak sanırım kendimize yazık ediyoruz. Eğer Asım'ın Nesli, Büyük Doğu Nesli veya Diriliş Nesli'ne ulaşmak istiyorsak daha çok kutsal kitabımıza sarılmalıyız. Yaşamımızdaki her vakti Kur'an okumak için bir fırsat olarak görelim. Her mekânda okuyalım, okutturalım. Çocuklarımızı, gençlerimizi, büyüklerimizi Kur'an'sız bırakmayalım. Unutmayalım ki Müslümanın ilhamı ve hayat iksiri Allah'ın kelamında saklı. Okuyalım daha çok okuyalım ki daha çok Allah'a yaklaşalım. Onun sevgisine layık konuma gelecek bireyler halini alalım.
Haydi kardeşler, ağabeyler, ablalar, amcalar, dedeler günde en az bir sayfa Kur'an-ı Kerim okuyalım. Bu konuda kendi aramızda küçük gruplar kuralım, giderek yayılalım...!
"Allah Kur'an'ı hayatımızda merkez kılsın." Amin.
Pompei
Pompei'nin helakı, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhuşun çok yaygın olmasıydı.
Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçmamış ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Genel yüz ifadesi şaşkınlıktı. İşte facianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir?
Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kuran'da anlatılan helak olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kuran'da, helak olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Suresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum şöyle anlatılır:
(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler. (Yasin Suresi, 29)
Kamer Suresi'nin 31. ayetinde Semud kavminin helakı anlatılırken de yine "anında yok olma" olayına dikkat çekilir:
Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. (Kamer Suresi, 31)
Pompei halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir.
Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde bugün olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefahat mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri Adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri Adası turizm reklamlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlaki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felaketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhuşun çok yaygın olmasıydı.
Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçmamış ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Genel yüz ifadesi şaşkınlıktı. İşte facianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir?
Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kuran'da anlatılan helak olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kuran'da, helak olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Suresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum şöyle anlatılır:
(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler. (Yasin Suresi, 29)
Kamer Suresi'nin 31. ayetinde Semud kavminin helakı anlatılırken de yine "anında yok olma" olayına dikkat çekilir:
Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. (Kamer Suresi, 31)
Pompei halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir.
Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde bugün olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefahat mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri Adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri Adası turizm reklamlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlaki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felaketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.
-Kırkambar-
Kısa Dini Bilgiler:
Namazda rükudan sonra doğrulmanın hükmü Vaciptir.
Vitir namazında üçüncü rekattaki tekbirin hükmü Vaciptir.
Haç ibadeti 631 yılında farz kılındı.
Safa ile Merve arasında say etmek Vaciptir.
Müzdelife’de gecelemek Sünnettir.
Uhut savaşı 625 yılında yapıldı.
Neden? Niçin? Nasıl?
Terlemek İyidir!
Terlemenin bir sağlık işareti olduğunu asla aklınızdan çıkarmayın. Vücudumuz tuz ve su miktarını ayarlamak için daima ter salgılar. Hatta biz uyurken bile.
Terlemezsek Ölürüz!
Evet ...çok doğru. Bilakis yaz aylarında terleme olmadığı takdirde bir kaç gün içinde ölürüz. Terleme ile en basitinden vücut kendi hararetini ayarlamaktadır. Ayrıca vücudumuz için gereksiz olan bir takım ifrazat da terleme yolu ile dışarı atılmaktadır.
Susamadan Su İçin
Özellikle yaz aylarında bünyenizin tuz ve su dengesinin sağlanması için güneşe çıkmadan önce bol su içmeniz sizin yararınızadır. Kendinizi buna alıştırın, hatta zorlayın. Bebek, çocuk ve yaşlılar bu konuda daha dikkatli olmak zorundadırlar. Suyun yanı sıra ayran ve maden suyu da yaz aylarında bolca içmemiz gereken içeceklerdendir. Ayrıca şifalı bitkilerin yararlarını göz önünde bulundurarak, sıcak iklimlerde çok gözde olan naneli, limonlu çayı da unutmayın.
Sıvı, vücudumuzun temel ihtiyaç maddelerinden birisidir. Bildiğiniz gibi insan açlığa üç dört hafta dayanabilir, ancak susuzluğu dayanma gücümüz üç dört günü asla geçmez.
Yaz sıcakları bastırmadan, siz de önerilerimize kulak verin ve su ile samimiyetinizi artırın.
Bunları Biliyor musunuz?
Bir kilo limonda,bir kilo çilekten daha fazla şeker olduğunu,
Sadece erkek kanaryaların öttüğünü,
İncilerin sirkede eridiklerini,
Havuca rengini veren bir karotenin olduğunu,
Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını,
1 saat boyunca kulaklıkla bir şey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını % 700 arttırdığını,
Çakmağın kibritten önce bulunduğunu,
Parmak izleri gibi dil izlerinin de insana özel olduğunu,
Sadece dişi sivrisineklerin ısırdığını, biliyor muydunuz?
Namazda rükudan sonra doğrulmanın hükmü Vaciptir.
Vitir namazında üçüncü rekattaki tekbirin hükmü Vaciptir.
Haç ibadeti 631 yılında farz kılındı.
Safa ile Merve arasında say etmek Vaciptir.
Müzdelife’de gecelemek Sünnettir.
Uhut savaşı 625 yılında yapıldı.
Neden? Niçin? Nasıl?
Terlemek İyidir!
Terlemenin bir sağlık işareti olduğunu asla aklınızdan çıkarmayın. Vücudumuz tuz ve su miktarını ayarlamak için daima ter salgılar. Hatta biz uyurken bile.
Terlemezsek Ölürüz!
Evet ...çok doğru. Bilakis yaz aylarında terleme olmadığı takdirde bir kaç gün içinde ölürüz. Terleme ile en basitinden vücut kendi hararetini ayarlamaktadır. Ayrıca vücudumuz için gereksiz olan bir takım ifrazat da terleme yolu ile dışarı atılmaktadır.
Susamadan Su İçin
Özellikle yaz aylarında bünyenizin tuz ve su dengesinin sağlanması için güneşe çıkmadan önce bol su içmeniz sizin yararınızadır. Kendinizi buna alıştırın, hatta zorlayın. Bebek, çocuk ve yaşlılar bu konuda daha dikkatli olmak zorundadırlar. Suyun yanı sıra ayran ve maden suyu da yaz aylarında bolca içmemiz gereken içeceklerdendir. Ayrıca şifalı bitkilerin yararlarını göz önünde bulundurarak, sıcak iklimlerde çok gözde olan naneli, limonlu çayı da unutmayın.
Sıvı, vücudumuzun temel ihtiyaç maddelerinden birisidir. Bildiğiniz gibi insan açlığa üç dört hafta dayanabilir, ancak susuzluğu dayanma gücümüz üç dört günü asla geçmez.
Yaz sıcakları bastırmadan, siz de önerilerimize kulak verin ve su ile samimiyetinizi artırın.
Bunları Biliyor musunuz?
Bir kilo limonda,bir kilo çilekten daha fazla şeker olduğunu,
Sadece erkek kanaryaların öttüğünü,
İncilerin sirkede eridiklerini,
Havuca rengini veren bir karotenin olduğunu,
Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını,
1 saat boyunca kulaklıkla bir şey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını % 700 arttırdığını,
Çakmağın kibritten önce bulunduğunu,
Parmak izleri gibi dil izlerinin de insana özel olduğunu,
Sadece dişi sivrisineklerin ısırdığını, biliyor muydunuz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)