22 Eylül, 2008

Eylül Akşamı




Hiçbir neden yokken, ya da biz

bilmezken

Tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur.

Onca neden varken ve tam sırası

gelmişken

Hiçbirşey yapmamış ve susmuşuzdur.


Aynı anda aynı sessiz geceye doğru

İçim sıkılıyor demişizdir.

Aynı sabaha uyanırken kimbilir,

Aynı düşü görmüşüzdür.
Olamaz mı? Olabilir.

Onca yıl, sen burada

Onca yıl, ben burada

Yollarımız hiç kesişmemiş

Şu eylül akşamı dışında.


Belki benim kağıt param,

Bir şekilde, döne dolaşa

Senin cebine girmiştir.

Belki aynı posta kutusuna,

Değişik zamanlarda da olsa

Birkaç mektup atmışızdır.


Ayın karpuz dilimi gibi batışını

İzlemişizdir deniz kıyısında.

Aynı köşeye oturmuşuzdur Köhne'de,

Belki de birkaç gün arayla.

Olamaz mı? Olabilir.


Onca yıl, sen burada

Onca yıl, ben burada

Yollarımız hiç kesişmemiş

Şu eylül akşamı dışında.


Bostancı dolmuş kuyruğunda,

En başta ben en sonda

Öylece beklemişizdir.

Sabah 7:30 vapuruna

Sen koşa koşa yetişirken,

Ben yürüdüğümden kaçırmışımdır.


Aynı anda başka insanlara

Seni seviyorum demişizdir.

Mutlak güven duygusuyla başımızı

Başka omuzlara dayamışızdır.

Olamaz mı? Olabilir.


Onca yıl, sen burada

Onca yıl, ben burada

Yollarımız hiç kesişmemiş

Şu eylül akşamı dışında.

Bülent Ortaçgil


03 Eylül, 2008

Şehvar'ın Yirmi Birinci Sayısı

Ramazan Ramazan Yine Geldi Ramazan




Kuran Ve Ramazan / Hayrettin Karaman

Kur'ân-ı Kerim'in Ramazan ayında ve Kadir Gecesi'nde indirildiğini biliyoruz. Bu mübarek kitabın tamamı bir günde gelmediğine, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) peygamberlik hayatı boyunca yaklaşık yirmi üç senede tamamlandığına göre, Kadir Gecesi'nde gelmesini “gelmeye, vahyedilmeye başlaması” şeklinde anlamamız gerekecektir. Allah Teâlâ Kur'ân'ın gelmeye başladığı geceyi “mübarek bir gece” olarak nitelemektedir. Mübarek, “kutlu, bereketli, insana maddî ve manevî imkânlar bahşeden, fırsatlar sunan” demektir. Kur'ân'ın böyle bir gecede inmeye başlaması hem o gecenin ve onu ihtivâ eden Ramazan ayının hem de Kur'ân'ın önem ve değerini açıkça ortaya koymaktadır. Değerli ödüller önemli günlerde verilir; Kur'ân Allah'ın, kullarına en büyük lûtfu, eşsiz nimetidir ve bu ödül Rahmet Peygamberi aracılığı ile ümmetine Ramazan ayında verilmiştir.

Kur'ân'ın Ramazan ayında gelmiş olması ve her Ramazan gecesi Cebrail'in Hz. Peygamber'e (s.a.v.) gelerek Kur'ân'ı müzakere etmeleri, karşılıklı birbirlerine okumaları güzel bir geleneğin de kaynağı olmuştur; bu geleneğe “mukâbele” denilmektedir. Şimdilerde uygulaması azalan bu gelenek yerleşim bölgesinin büyük câmîlerinde icrâ edilirdi. Daha çok sabah ve ikindi namazından önce ve sonra belli sayıda hafız, en kuvvetli bir hafız başkanın yönetiminde halkalanır, sırayla belli miktarda ezbere Kur'ân okurlar, cemâat de ya Kur'ân'a bakarak veya bakmadan bu okumayı takip eder, dinlerdi. Hali vakti müsait olan bazı aileler de evlerinde mukâbele okuturlar, konu komşu toplanarak bunu dinlerdi. Yavuz Sultan Selim zamanında hilâfetle beraber mukaddes emanetler de Osmanlı'ya intikâl edince içlerinde Yavuz'un da bulunduğu kırk kadar hafız, Hırka-i Saâdet Dairesi'nde Kur'ân hatmine başlamışlar ve bu hatim -ki bu da bir nevi mukâbeledir- devletin hayatı boyunca devam etmiştir.

Oruç aynı zamanda bir irâde terbiyesi, Kur'ân da ilâhî emrin alındığı yer, bulunduğu kaynaktır; emri alıp güçlü bir irâde ile uygulamanın ödülü ise iki cihanda saâdettir.

Elbette Kur'ân müminin başucu kitabıdır, o bir düzgün hayat, makbûl kulluk kılavuzudur, bu sebeple her zaman okunmalıdır, fakat Ramazan'la olan sıkı ilişkisi sebebiyle bu ayda daha ziyade okunmalı, dinlenmeli; üzerinde, Ramazan rûhaniyetinin bahşettiği ilhamlı bir zihin ve gönül ile düşünülmelidir.

Strese Girenin İmanından Şüphe Ederim! / Said Çamlıca

'Az' konuşan fakat 'öz' konuşan büyükler vardır. Babam da bunlardan biridir. Çok sık bir arada olamadığımız için benim için bu 'öz' konuşmalar daha kısa olur. Birkaç yıl önce öyle bir laf söyledi ki sustum kaldım. Uzun süre kafamın içinde dolandı söylediği cümle.

'Strese girenin imanından şüphe ederim!' demişti babam. Stresle ilgili kitaplar okuyan, zaman zaman 'stresle mücadele' konusunda seminerler veren biri olarak, cümleyi çok ağır bulmuş olsam bile, kafamın içinde cümle dönüp durdu uzun zaman. Yaşadığımız yüzyılın en önemli problemlerinden biri olan stres hakkında bu kadar kesin ve keskin bir ifade duymamıştım. Geçen yıl memlekette bir arkadaşla otururken hayatın sıkıntıları ve zorlukları konuşulmaya başlanınca bende kendisine stres ve stresle mücadele hakkında bildiklerimi anlatmaya başladım. Arkadaşım da benimle birikimlerini paylaşıyordu. Bir ara babamın söylediği 'Strese girenin imanından şüphe ederim!' lafını attım ortaya. Arkadaşım 'doğru bir cümle' dedi. 'Hatta bir insan stres yüzünden hasta olursa Allah o insana bunun hesabını bile sorar' dedi.


Stres, halkın bildiği ve kullandığı anlamıyla, sıkıntıları kafaya takmak demektir. Sıkıntılar insanı mutsuz ediyor. Mutsuzluk insanı hasta ediyor.

Kimisi hastalıklarla mücadele etmekten yoruluyor. Mutsuz ve hasta oluyor. Kimisi ailesiyle problemler yaşamaktan bunalıyor. Kimisi çocuklarıyla baş edememenin sıkıntısını yaşıyor. Kimisi maddi sıkıntılarla boğuşuyor. Kimisi çevresindekilerin kendisini anlamadığından dert yanıyor. Kimisi bir sevdiğini toprağa verince hayata küsüyor. Hayatta insanı strese sokan o kadar çok şey var ki. Herkes kendisine dert edecek bir sıkıntı bulabilir. Stresle iman arasında bir bağlantı var mı dersiniz? Sıkıntılarla dolu bir hayat denilince benim aklıma hep Peygamberler geliyor. Allah Peygamberlerin kıssalarını ayrıntılarıyla bize niçin aktarıyor dersiniz? Okuyup, ibret almamız için değil mi?

Peygamberlerin hayatlarından yola çıkarak bazı sorular sormak istiyorum. Hz. Eyyüb'ü hastalıkla imtihan eden Allah, bizi de aynı imtihana tabi tutma hakkına sahip değil mi? Hastalığı kafaya takıp bunalıma giren insan 'Allah'ım beni niçin hastalıkla imtihan ediyorsunuz ki?' demiş olmuyor mu? Hz. Nuh'u oğluyla imtihan eden Allah, sizi evlatlarınızla imtihan edemez mi?

Hz. İbrahim'i babasıyla imtihan eden Allah, sizi öz babanızla imtihan edemez mi? Hz. Lut'u eşiyle imtihan eden Allah'a, 'Beni niçin eşimle imtihan ediyorsun ki?' deme hakkına sahip olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Hz. Yusuf'u kardeşiyle imtihan eden Allah, belki sizi de kardeşlerinizle imtihan ediyordur! Tüm peygamberlerin hayatları sıkıntı (imtihan) dolu olduğuna göre, bizim hayatımızda da bazı sıkıntıların olması hayatın bir parçası değil mi? Anne veya babasını kaybedince bunalıma giren bir insan Allah'a 'Benim annemi / babamı niye alıyorsun ki?' deme hakkına sahip olduğunu mu sanıyor? 'En büyük acı evlat acısıdır!' denir. Bu acıyı yaşayan anne babalar 'Allah kimseye yaşatmasın!' derler. Alemlere rahmet olarak yaratılan Hz. Muhammed Mustafa'ya bile torpil yapmayan Yaratıcının, bize torpil yapmasını beklemeye hakkımızın olmadığını hiç düşündünüz mü? Beş defa evlat acısıyla imtihan edilmiş bir Peygamberin ümmeti olduğumuzu bilmek zorundayız. 'Kardeşim onlar Peygamber, biz insanız' diye kimse itiraz etmesin. Peygamberler de bizler gibi üzülen, ağlayan, Allah'a sığınan insanlardı. Allah tarafından özel seçilmiş oldukları gerçeği 'insanı' acılara tepkisiz kalacakları anlamına gelmez. Bize düşen hayatı doğru anlamaktır. Unutmamalıyız ki, Peygamberlerine torpil yapmayan Allah, bize de torpil yapmaz.

Stres ile iman arasında ki ilişki kafamın içinde uzun zamandır dolanıyordu. Bir okuyucum bana öyle bir söz gönderdi ki, o sözü okuyunca kafamın içinde dolanan cümleler köşe yazısına dönüştü. Bu yazıyı da o güzel sözle bitirmek istiyorum. Çok sıkıldığınız zaman bu cümleyi hatırlayın. Hatta bana kalsa pano haline getirilip ev veya işyerinin duvarlarına asılması gereken bir söz. Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa Rabbine dönüp, 'Benim büyük bir derdim var!' deme, derdine dönüp 'benim büyük bir Rabbim var!' de. Eğitimci – Yazar

Meal Okuyarak Dini Anlamak / Ebubekir Sifil

Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanlık üzerindeki tekelini kırmaya dönük Protestan söylemin en temel unsuru, “İncil’i herkesin kendi dilinde okuması” idi. Burada bunun Hıristiyanlık’ta ne tür bir dönüşüme yol açtığı sorusunun cevabıyla iştigal etmeyeceğim. Bu mesele, ayrıca müstakil olarak ele alınmayı hak edecek önemde. Ama burada bizim için daha önemli bir mesele var: Protestanlığın muharref İncil’i bireysel yorumların nesnesi haline getiren tutumundan bahis açıldığında, birileri, herkesin Kur’an’ı kendi dilindeki mealinden okumasının sakıncalarına işaret edilmesini, Katolikliğin Protestanlığa tepkisiyle ilişkilendiriyor. Oysa ortada ne Katolikliğin “yorum tekeli”ni elinde bulunduran resmî kurumsal yapısıyla, ne de onun toplumsal, ekonomik ve siyasî uzanımlarıyla irtibat kurulmasını haklı çıkaracak bir durum var…

Şu sorunun cevabı önemli: “Meal niçin okunmalıdır?”

Buna “Allah Teala’nın bizden ne istediğini öğrenmek için” tarzındaki bildik cevapla mukabele etmenin, ayrı bir soruyu icbar etmekten başka bir faydası yok: Meal okuyarak öğrendiğimiz gerçekten de Allah Teala’nın muradı mıdır? Ya da Allah Teala’nın muradını öğrenmenin doğru yöntemi meal okumak mıdır?

Sanıyorum herkes şu noktada ittifak halinde: Bütün İslâmî ilimler Kur’an’a dayanır. (Sünnet de temelini Kur’an’dan aldığı için bu cümlenin “Bütün İslâmî ilimler Kur’an ve Sünnet’e dayanır”dan farkı yok.) Bu şu demektir: Bütün İslâmî ilimler Kur’an’ı Allah Teala’nın muradına uygun tarzda anlama çabasının ürünüdür. Bu da demektir ki, Kur’an’ı Allah Teala’nın muradına uygun tarzda anlama çabasıyla İslâmî ilimler arasında kopmaz bir ilişki vardır. Medrese müfredatında niçin “Kur’an dersi” diye bir dersin olmadığını soranlar, Kur’an bağlamında hakkı verilmiş bir anlama çabasının en azından sağlam bir Ulûmu’l-Kur’an birikimiyle mümkün olduğu vakıasını atladıkları için meseleye şaşı bakıyor.

“Ulûmu’l-Kur’an niçin gereklidir?” sorusu, ancak, “Kur’an neden bahseder” noktasında bulunanların, yani meraklarını gidermek için meal okuyanların soracakları bir sorudur. Ve itiraf edelim ki, modern zamanlara mahsus işbu “meal okuma furyası”nın en masum pratiklerinin, insanları bundan daha ileri bir noktaya taşıdığını söylemek mümkün değil!

Doğrusu, İslâmî hassasiyetimizi, takvamızı ve teslimiyetimizi artıracak ve bizi müstakim bir itikadî çizgide tutacak olan ne ise onu yapmaktır. Meal okumanın bu noktada hiç katkı sağlamayacağını iddia ediyor değilim. Demek istediğim şu: 1) Sadece ve münhasıran meal okuyarak bu hedefe ulaşmak mümkün değildir. Çünkü İslâm, herhangi bir meal yazarının Kur’an’dan anladığı şeye indirgenemez. 2) Meal okuyan kimse bunu, “din tasavvuru” inşa etmek için yapmamalı, okuduğu metnin, bütün İslâmî ilimlere kaynaklık eden ilahî kelamın, “meal” imkânlarıyla çerçevelenmiş boyutu olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.

Şu noktayı asla aklınızdan çıkarmayın: Hiçbir bid’at ehli kendisini “bid’atçi” olarak ifade etmez, etmemiştir. Kendilerini Kur’an’a dayandırmış olsalar da geçmişte bid’at ehli, ulemanın gayretleri sayesinde bid’at ehli olarak tanınır, anılır ve kendilerinden uzak durulurdu. Bugünse bid’at ehline artık bid’at ehli denmiyor. Onların tamamı aramızda yaşıyor ve “Kur’an’a gelin” çağrısı yapıyor; daha doğrusu bid’atlerini bu çağrıyla kamufle ediyor. Kur’an’ın “hatalar ihtiva eden beşer mahsulü bir kelam” olduğunu söyleyenler de, “Kur’an gelmese de olurdu” dedirtecek şekilde Yahudi ve Hıristiyanlar’ın ahirette kurtuluşa ereceğini söyleyenler de hep Kur’an metninden hareket ediyor!!

Tesettür Emrinin Neresindeyiz? / Tuba Öztürk

Geçtiğimiz günlerde gazeteleri karıştırırken bir haber dikkatimi çekti. Haberde, beş yıldızlı bir otelde tesettürlü giyim üzerine yapılan defilenin çok ses getirdiği ifâde ediliyordu. Pahalı mankenlerin makyajlı, -güya- tesettürlü(!) boy boy fotoğrafları haberi tamamlıyordu. Fotoğraflara acı acı baktım. Çünkü resimler hiçbir şekliyle İslam ölçülerine göre tesettürlü bir hanımı tarif etmiyordu. Fakat bu resimler, moda rüzgârı sayesinde tesettür ismini siper ederek nicelerini bir yaprak gibi peşinde koşturuyordu. Bu garâbet ne kadar üzücüydü. İşte bir yansıma:Geçenlerde çocuklarımı evimin yakınındaki parkta dolaştırıyordum. Genç bir kız dikkatimi çekti. Altında oldukça dar uzun bir etek, üzerinde uzun kollu dar bir penye ve uçları ensesine sıkıca bağlanmış başörtülü genç bir kızdı bu. Gazetelerden taklit ettiği -güya- tesettürü(!) ile elinde sigarası, yanındaki şımarık gence lâubali ve gevrek kahkahalar atarak bir şeyler anlatıyordu.

Cemiyetimizde hassas ruhlu insanları üzen bu gibi hadiselere, günümüzde -maalesef- daha nicelerini eklemek mümkündür. Tesettürün bu kadar yıpratılması, dejenere edilmesi ve basitleştirilmesi ve rûhânî vasfının iptal edilmesi, belki de toplumumuza bu konuyu tam ve doğru bir şekilde anlatamayışımızın neticesidir.

Tesettür ki, "bir müslümanın, dinimizce örtülmesi gereken yerleri yine dinin belirlediği şekilde örtmesi" demektir. Ve tesettür, İslam"ın en mühim emirlerinden biridir. O, müslüman hanımın iffetini, ve daha önemlisi şahsiyet ve vakârını korumayı amaçlar. Bu sebeple bedenin tesettürünü, rûhun ve kalbin tesettüründen ayrı düşünenler çok büyük bir hatâya düşerler. Öncelikle şunu iyi bilmelidir ki:

Tesettür, Allâh"ın Emridir.
Tesettürün, Rabbimiz ve Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- katında ne kadar önemli bir emir olduğunu âyetler ve hadîs-i şerifler ışığında hatırlamanın faydalı olacağını düşünüyorum:"Ey Ademoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir giysi, bir de giyip süsleneceğiniz bir giysi indirdik. Takva örtüsü ise daha hayırlıdır." (el-A"raf, 26) Bu âyet-i kerîmenin de dikkat çektiği üzere giysi, takvâ ile meczolunmalıdır. "Mü"min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnâdır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar… Gizleyecekleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey mü"minler! Hepiniz Allâh"a tövbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız." (en-Nûr, 31)Kadınların ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında, normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Bu husustaki âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü"minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allâh çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir." (el-Ahzâb, 59)

Allâh Rasûlü"nün Îkazları
Örtünme ile ilgili bu âyetler inzâl oldukça, Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- de en yakınlarından başlayarak bu âyetlerde kastedilen örtünmenin şeklini tarif ve tebliğ etmiş; kendi hanımlarını, kızlarını ve bütün müminlerin hanımlarını Allâh"ın murâdına uygun örtünme hususunda yetiştirmiştir. Bu hususta pek çok fiilî örnek bulunmakla beraber, biz burada birkaç tanesiyle yetinmek istiyoruz.

Hazret-i Âişe"nin rivâyetine göre, birgün Hazret-i Ebû Bekir"in kızı (Hazret-i Âişe"nin kızkardeşi) Esmâ, ince bir elbise ile Allâh Rasûlü"nün huzuruna girmişti. Rasûlullâh (s.a.s) yüzünü başka tarafa çevirdi ve şöyle buyurdu:
"-Ey Esmâ! Şüphesiz kadın erginlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir." Hazret-i Peygamber bunu söylerken, yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti." (Ebu Davûd, Libâs, 31)
Temimoğulları kabilesinden birtakım kadınlar, Hazret-i Âişe"yi ziyarete gelmişlerdi. Üstlerinde ince giysiler vardı. Hazret-i Âişe, onlara ikaz mâhiyetinde şöyle dedi:
"-Eğer sizler mü"minler iseniz, bunlar inanmış hanımların giysileri değildir. Eğer mü"min değilseniz o zaman durum değişir."
Yine bir gün onun huzuruna, ince başörtülü bir gelin getirilmişti. Bunun üzerine O şöyle dedi: "-Nûr Sûresine inanan bir kadın böyle örtünmez." (El-Kurtubî, El-Cami", XIV,157)
Peygamberimiz, ashâb-ı kirâmdan birine Mısır"da dokunmuş keten bir kumaş vermiş ve yarısından kendine gömlek diktirmesini, diğer yarısından ise hanımının giysi yapmasını istemiştir. Ancak daha sonra şöyle buyurmuştur: "-Hanımına git ve söyle: Altına bir gömlek diksin. Çünkü vücut şeklinin ortaya çıkmasından korkarım." (El Kurtubî, El Cami", XIV,156)

Hazret-i Peygamber, müslüman kadınların ibadetlerini îfâ ederken dikkat etmesi gereken bir hususa da: "Allâh Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez." (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151) buyurarak dikkat çekmişlerdir.

Yine ümmetinin iffet, hayâ ve namusunu korumaya yönelik, Allâh Rasûlü"nün şu hadîs-i şerifleri, bilhassa bugünler çok ikaz edicidir:
"Ümmetimin son dönemlerinde giyimli, fakat çıplak birtakım kadınlar olacaktır. Bunların başlarının üstü deve hörgücü gibi bulunacaktır. Ancak onlar cennete giremez, cennetin kokusunu bile alamazlar." (Ebu Davud Libas 125, Cennet 52)

"Bir kadın koku sürünerek dışarı çıkar ve koku ulaşsın diye bir topluluğun yanına uğrarsa, zinaya bir adım atmış olur." (Tirmizi, Edeb, 35; Nesâî, Zîne, 35) "Kadınlardan erkeklere benzeyenlerle; erkeklerden kadınlara benzeyenler bizden değildir." (Buhârî, Libas, 61)
Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, gayet açık ve net bir şekilde Müslüman kadının giyim tarzını beyân etmektedir.
Bu âyet ve hadislerin ışığı altında zihinlerimizde ve kalblerimizde tesettür şeklimizi tekrar muhasebe etmeliyiz. Biz, tesettür anlayışımız ile bu emirlerin neresinde bulunuyoruz? Acaba bilerek veya bilmeden hatâ mı işliyoruz? Rabbimizin ve Peygamber Efendimizin çizdiği sınırları zorluyor muyuz?

Tesettürde Dikkat Edilecek Hususlar:
Sokaklarda bir çok müslüman hanım görüyor ve şaşırıyoruz. Bir çok giyim şeklinin sınırları zorladığına, hatta tesettür emrinin hikmetinin tam aksine, "dikkatleri üzerine çeken bir câzibe sebebi" olduğuna şâhid oluyoruz. Bu hususta yapılan yanlış uygulamaları ve hatalarımızı belli başlı maddeler hâlinde ele alarak, birbirimizi uyarmanın mühim bir vazifemiz olduğunu düşünüyorum.

1- Manto ve Pardesüler: Şeffaf, dar, bele doğru daralan, uzun yırtmaçlı, parlak deriden imal edilmiş, çok süslü ve desenli, önü açık veya düğmelenmeyen manto veya pardesüler...

2- Etek, gömlek ve tişörtler: Yukarıdaki âyet ve hadislerin zıddı şekilde "dar, içini gösteren veya vücuda yapışan" tipte etek, gömlek veya tişörtler, özellikle ışık vurunca tesettürü mânasız kılmaktadır. Böylece bütün dikkatleri üzerine toplamaktadır.Uzun yırtmaçlı etekler, bazen diz kapağına kadar çıkabilmektedir. Hadislerde "sadece el ve yüz açık kalabilir" buyurulmakta iken; mahremleri dışındakilerin yanında kısa kollu, hatta cezb edici dantelli elbiseler giymek, İslâm"ın rûhuna zıttır.

3- Pantolon: Son yıllarda müslüman hanımlar arasında yaygınlaşan pantolon, "erkeğe benzemek" yönüyle, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- tarafından reddedilmiştir. Bazen yarım pardesü, bazen gömlek veya bluz altına giyilen pantolon, vücut hatlarını belli ederek ve erkek kıyâfeti olması sebebiyle tesettürün ruhunu zedelemektedir. Çocuklarımızı nasıl küçük yaşlardan itibaren namaza alıştırıyorsak, tesettür hassâsiyetine de alıştırmalıyız. Devam edecek

Elde Var Aşk / Mustafa İslamoğlu

Yüreğini siper et. Güvenlik içerisinde olursun. “Yoruldum” deme sakın.

Göğsüne yüreğinden başka muska takanlar yorulurlar.

Göğüs kafesin acıdan bir mengene gibi yüreğini sıktığında, aşk var mı, ona bak.

Varsa eğer, aldırma, dağlar gibi gelsin. Çünkü aşk, acıyı hayata dönüştüren bir iksirdir.

Acıya aşık olanların “Ey tabib elden gelirse yâremi gel emleme… Yar elinden gelmedir bu yâreyi merhemleme…” diyenlerin sırrı burada yatmaktadır.

Bu sırrı bulanlardan biri, sevdanın başöğretmeni öyle demiyor mu: “Ben hüzünlerin Peygamberiyim.”

Aşk varsa eğer, sen değil dağlar sallansın.

Acıyı aşkla bal eylemeye bak. Sür merhem diye yürek yaralarına, hayalinin ve umudunun kırık yerlerine, içinin Karacaahmed'e dönmüş bölgelerine.

Aldırma hainlere, ihanetlere. Onlar acıyı aşka dönüştürmemiş zavallılardır. Onlar, muhteşem acılara pespaye sevinçleri tercih eden aşk sefilleridir.

Unutma, bin sevincin vermediğini bir acı verir. Acını, aşkın santralinde bitimsiz bir enerjiye dönüştürmeye bak. Hatırla ki yürek yürek nükleer güç merkezidir. Seven ve inanan bir yürekle hiçbir atom santrali boy ölçüşemez.

Bil ki, umuttan söz ettiğin her dem aşktan söz ediyorsunuzdur. Çünkü umut aşkın çocuğudur. Aşksız umut, plastik bebekler gibidir; oynar, eskitir ve atarsın.

“Umudum tükendi” deme, doğrusunu itiraf et, aşkının tükendiğini…

Sahi, aşk tükenir mi? Evet, eğer ölümlüden, ölümlüye ve ölümlü adına ise tükenir.

O, aşk suretinde görünen tutkudur. Tutku tutuklar, aşk azad eder. Bir duygunun aşk mı tutku mu olduğunu anlamak istersen, rengine bak.

Rengine bak, kara sevda mı, ak sevda mı?


Sevdanın karası köleleştirir, akı özgür kılar.
Özgür kılan aşka muhabbet denir.

Muhabbet, yüreğe düşmüş bir tohumdur; “her başka yüz dane veren yedi başak” gibi, yediverendir o.

Muhabbet insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesidir. Herşey harcadıkça tükenir, muhabbet asla. Muhabbet müebbeddir.

Üzerine üzerine gelen karanlığın kara yüzlü, kara vicdanlı, kara güçlerini, aşkın siperine sığınarak püskürtebilirsiniz. Onlar kaybettiler, onlar nefretin eli kanlı temsilcileri… Sen kazandın, çünkü sen aşkın cephesinde yer aldın, aşkın ve aşkının. Hesabını yaparken tarihi unutma, coğrafyayı unutma. Acıyı unutma, sancıyı unutma. Melekleri, Sakarya'yı, Nil'i, Tuna'yı, Fırat'ı, Dicle'yi unutma.

İstanbul'un, Kahire'nin, Bağdat'ın, Şam'ın Mekke'nin çocukları olduğunu unutma. Senin kara, sarı beyaz kardeşlerin olduğunu, yüreğinin Asya, Afrika, Afrika, Avrupa, Amerika taraflarının olduğunu unutma. Fakat, hesabını yaparken kesinlikle şöyle başlamalısın:

“Elde var aşk”

02 Eylül, 2008

-KIRKAMBAR-

Bir Ayet:
Sayılı günlerde [oruç]. Ancak sizden kim, hasta veya seyahatte olursa diğer zamanlarda [aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır]; ve [bu gibi hallerde] gücü yetenlere bir muhtacı doyurarak fidye vermek, bir yükümlülüktür. Her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa kendisine iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak kendinize iyilik yapmaktır -keşke bunu bilseydiniz. 2/184

Bir Hadis:
Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahurda bereket vardır. (Buhari)
Bizim orucumuz ile ehli kitabın orucu arasındaki fark sahura kalkmamızdır. (Tirmizi)
Şu da Peygamberimizin yaptığı dualardan biridir:
“Allahım! Her şeyi kuşatan rahmetinle senden beni bağışlamanı diliyorum!” “Susuzluk gitti, damarlar ıslandı ve inşaallah sevap kazanıldı.” “Allahım senin için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.”



*********


Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralı (François)'a mektubu:

Dans, ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu. Bu dans denen “melanetin” ilk yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen şöyledir: “ Ben ki Sultan-i salâtin-i zaman burhân-i havakın-i avân tâc-bahs-i husrevân-i cihan zillullâhi'l-meliki'l-mennân Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Şam ve Halep ve Karaman ve Rûm'un ve vilâyeti-i Dulkadriye'nin ve Diyârbekir'in ve Azerbaycan ve Van'ın ve Budun ve Tamisvar vilâyetlerinin ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve Halilü'r-Rahmânin külliyen diyâr-i Arab’ın ve Yemen'in ve Bağdad ve Basra ve Cezayir vilâyetlerinin ve dahi nice memleketlerin ki âbâ-i kiram ve ecdâd-i izamim -enârallâhü berâhinehüm- kuvvet-i kahire ile fetheyledikleri ve cenabı-i celalet-meâbim dahi tig-i âtes-bâr simsîr-i zafernigârim ile fetheyledigim nice diyarın sultani ve pâdişâhı hazret-i Sultan Bâyezıd oğlu Sultan Selim Hân oğlu Sultan Süleyman Şah Hân'ım", Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında oyun oynanmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hemhudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali müvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..

”Rivayete göre, Kanuni'nin bu mektubundan sonra Fransa'da yüz sene dans yapılmamıştır

28 Haziran, 2008

-İSKELE-

Yavaş yürüdüğü için mi kaçırmıştı vapuru, koştuklarından mı 7.15 vapuruna yetişmişti diğerleri.

-Olsun, bir sonrakine binerim, dedi ve adımlarını daha da ağırlaştırdı. Gişeden geçti. Kapının önüne geldiğinde aklında yine o cümle vardı. " Bir erek olmalı*" diyordu yazar, bir erek. Sonra pencereden dışarı baktığında iskelede bekleyen vapuru ve içindeki yolcuları fark etti. Ne garipti. Sanki bu yolcular buradan hiç ayrılmıyorlar, hep burada yaşıyor gibiydiler. Okudukları gazeteler eskiydi. Bazıları telefonla konuşuyorlardı ve bu konuşmalar hiç bitmiyordu. Elindeki çay tepsisiyle sürekli dolaşan garson, hiç kimseye servis yapmıyordu. Burak bu anormal durumu anlamaya çalışırken kapı açıldı. Küçük tahta iskeleden geçerek vapura bindi. Biraz ilerledi. Salona giriş kapısına geldiğinde, oturabileceği bir yer bakındı ama içerisi çok kalabalıktı. Girmekten vazgeçti ve vapurdan inmek istedi. Arkasına dönüğünde kimsenin gelmediğini ve vapurun hareket ettiğini, iskeleden de epey uzaklaşmış olduğunu gördü. Esen rüzgârdan mı yoksa vapurdan inemeyişinden mi, ürperdiğini anlayamadı. Ne de hızlı hareket ediyor bu vapur, dedi kendi kendine. Üst kata çıkmaya karar verdi. Belki orada yolcular yoktur, diye düşünürken neden onlarla karşılaşmak istemediğini bilemedi.

Üst kat Burak'ın istediği kadar olmasa da tenha sayılırdı. Kendine bir yer buldu, oturdu. Tedirgin bakışlarla yolcuları izlemeye başladı. Karşısında bir kadın oturuyor, ağlayan bebeğini sakinleştirebilmek için başını okşuyordu. İstediği şeyin gerekli ya da gereksiz olduğundan habersiz olan çocuk, ağlamasına devam ediyor, annesi ise kendisinden emin, sadece gerekeni yapıyordu. Çocuğuna gösterdiği ilgi Burak'ın yüzünde tebessüme dönüşmüştü. Göz göze geldiler. Kadının gözlerinde cevabını alan Burak biraz mahcup başını çevirdi. İçindeki gülümsemeyle "Sevginin azıcığı" dedi.

Çaprazındaki adam sürekli sigara içtiğinden, havada yoğun bir duman oluşmuştu. Burak bundan rahatsız oldu. Ona sigaranın zararlarından söz etmek isterken az ilerideki tabelayı gördü: "Sigara içmek yasaktır". Her vesile ile uyarılan ama bunu önemsemeyen birine daha ne söylenebilirdi ki? Onunla konuşmaktan vazgeçerken, kendi adına her uyarıyı ciddiye almaya karar verdi. Kalktı. Alt kata indi. İçeri girdi. Orada, yolcu koltukları arasında koşuşturan bir çocuk vardı. Burak'ı gördüğünde sevinçle ona doğru koşup bacaklarına sarıldı. Çok özlemiş olduğu babasını bulmuş gibiydi. Başını kaldırıp Burak'a baktı. Sonra hemen dönüp annesine gitti. Burak, yanlıştan vazgeçmenin ne kadar da kolay olabileceğini gördü çocukta.

Salonda ilerleyip uyumakta olan bir adamın yanındaki boş bir yere oturdu. Kim bilir ineceği yeri kaç iskele geride bırakmıştı. Rüyasında gördükleriyle avunurken kaçırdıklarının farkında değildi. Çaprazında oturan genç ise sürekli saatine bakıyor, ondan izinsiz ilerleyen zamanı yakalamaya çalışıyordu. Peki ben ne yapıyorum, dedi Burak. Geride bıraktıklarını ve yakalaması gerekenleri düşündü. Az ilerisindeki, masum yüzlü sade kıyafetli genç kız dikkatini çekti sonra. Ders notlarına bakıyor ve sanki gireceği sınav için hazırlık yapıyor gibiydi. Kızın bu hali hoşuna gitti. Onun gibi olmak istedi. "Ne istediğini biliyor" dedi.

Başını pencere tarafına çevirdiğinde uçsuz bucaksızmış gibi görünen deniz Burak'ı korkuttu. Bütün bu insanlar birdenbire onu terk ettiler. Yine kendini tedirgin hissetti. Sonra vapurun yan tarafında oturan adamı gördü; kıpırdayan dudaklarında olanı ezberlemek istedi. Biraz rahatladı. Kalktı, dışarı çıktı. İskeleye yanaşmak üzere olduklarını gördü. Öylesine yol alıyorlarmış gibiyken gidecekleri yere varmış olmaları Burak'ı heyecanlandırdı. Burada gördüğü resimlerin fotokopisini çekip, süzgecinden geçenleri, ruhuna işlemeye çalışıyordu. Onlarda kendi yolculuğunu aramıştı.

Vapur iskeleye yanaştı ve usturmaçaları ezdi. Halat atıldı. Vapur iskeleye bağlandı. Çarkların dönüşü yavaşladı. Küçük tahta iskele sürüldü. Ama, vapura hiç kimse binmedi. Vapurdan hiç kimse inmedi. Tekrar hareket etmek üzereydiler. Tahta iskele yavaş yavaş geri çekiliyordu. İskele yine uzakta kalacaktı. Burak, vapurun düdüğünü kurşun gibi içinden hızla geçerken duydu.

delikız

* Saint Exupery

29 Mayıs, 2008

Şehvar'ın Yirmi Birinci Sayısı

Editörden

Dergimizin yirmi birinci sayısını Allah’ın izniyle hazırladım. Bu sayıda Peygamberimizden (as.) sonra Hz. Ibrahim’i tanıyalım istedim. Diğer yazılarıda inşallah beğenizsiniz. Bu arada Şehvar’ın yeni hali hakkında yorumlarınızı iletirseniz sevinirim. Kapaktaki dizeler Sezai Karakoç’un Masal adlı şiirindendir.

Esselamüaleyküm Ey ibrahim. Ey Hz. Muhammed’in (as.) atası. Ey Rabbini arayıp bulan. Ey putları kıran. Ey ateşe atılırken tevekkülü dorukta olan. Ey yumuşak huylu, çok sabırlı. Seni çok seviyorum. Seni sevdiğimi söylerken hakkında ne kadar da az şey biliyor olduğumu görmem beni utandırıyor. Seni ve dava arkadaşlarını daha iyi tanımayı istiyorum, ki tanıdıkça sizleri daha çok seveyim. Sevdikçe de inancım ve yaşayışım sizlerinki gibi olsun. Allah azze ve celle bana sizleri görmeyi nasip eder inşallah.

İstiyorum ki hayatımdan, bana hiç bir faydası olmayacak kişileri çıkartıp sizlere yer açayım. Sizleri burada misafir edeyim. Belki yarın da ben size misafir olurum.

Kuranı kerimde yirmi bir sürede, elli bir ayette ve bir de süre adı olarak ismin geçerken, Allah seni bu kadar çok anarken, beni, seni anmaktan alıkoyan nedir acaba? Şimdi o mubarek satırlardan seni okuyalım ve dua edelim:



Enam Süresi:

74-VE BİR ZAMAN İbrahim babası Âzer’e [şöyle] demişti: "Sen putları ilah mı ediniyorsun? Görüyorum ki sen ve halkın açık bir sapıklık içindesiniz!"
75-Böylece Biz İbrahim’e, [Allah'ın] gökler ve yer üzerindeki güçlü hükümranlığı ile ilgili [ilk] kavrayışı kazandırdık, ki kalben mutmain olan kimselerden olsun.
76-Sonra, gecenin karanlığı bastırdığı zaman [gökte] bir yıldız gördü [ve] haykırdı: "İşte bu (mu) benim Rabbim!" Ama yıldız kaybolunca, "Ben batan şeyleri sevmem!" diye söylendi.
77-Sonra, ayın doğduğunu görünce, "Benim Rabbim bu!" dedi. Ama ay da batınca, "Gerçekten, eğer Rabbim beni doğru yola iletmezse ben kesinlikle sapıklığa düşmüş kimselerden olurum!" dedi.
78-Sonra, güneşin doğduğunu görünce, "İşte benim Rabbim bu! Bu [hepsinin] en büyüğü!" diye haykırdı. Ama o [da] kaybolunca: "Ey halkım!" diye seslendi, "Bakın, sizin yaptığınız gibi, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun!
79-Bakın, ben bâtıl olan her şeyden uzak durarak yüzümü gökleri ve yeri var eden Allah'a çevirmekteyim; ve ben O’ndan başkasına ilahlık yakıştıranlardan değilim!"

Ali İmran Süresi:

67-İbrahim, ne bir "Yahudi", ne de "Hristiyan" idi, ama kendini Allah’a teslim ederek her türlü bâtıldan yüz çevirmiş biriydi; ve O’ndan başka bir şeye ilahlık yakıştıranlardan değildi.

Tevbe Süresi:

114-…Zaten İbrahim çok ince ruhlu, yumuşak huylu biriydi.

Saffat Süresi:

108-böylece o’nun sonraki kuşaklar tarafından şöyle hatırlanmasını sağladık:
109-"İbrahim'e selâm olsun!"
110-Biz iyileri böyle ödüllendiririz.

Enbiya:

52-babasına ve halkına [şöyle]: "Kendinizi bu kadar yürekten adadığınız bu biçimsel nesneler nedir?" dediği zaman,
53-"Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk" diye cevap verdiler.
54-[İbrahim:] "Doğrusu, siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindeymişsiniz!" dedi.
55-"Sen [bu sözle] karşımıza çıkarken tamamen ciddi misin -yoksa o şakacı insanlardan biri misin?" diye sordular.
56-[İbrahim:] "Yoo!" dedi, "Ama sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir; yani, onları O yoktan var edip düzene sokmuştur: ve ben de bu gerçeğe tanıklık edenlerden biriyim!"
57-Ve [içinden:] "Allah'a yemin olsun, siz arkanızı dönüp uzaklaşır uzaklaşmaz putlarınızı yere sereceğim!" diye ekledi.
58-Ve en büyükleri dışında [putların] hepsini paramparça etti; belki dönüp (bu olup biten için) ona başvururlar diye.
59-[Dönüp de olanları görünce:] "Kim yaptı bunu tanrılarımıza?" diye sordular, "Her kimse, o'nun çok zalim biri olduğundan kuşku yok!"
60-İçlerinden bazıları: "İbrahim denen bir gencin o [tanrı]ları diline doladığını işitmiştik" dediler. 61-[Berikiler:] "Onu insanların karşısına çıkarın, [aleyhine]
tanıklık etsinler!" dediler.
62-[İbrahim onların yanına getirilince, o'na] "Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın, ey İbrahim?" diye sordular.
63-[İbrahim:] "Bu işi, belli ki, şu yapmıştır, putların en irisi yani: ama en iyisi, siz kendiniz onlara sorun; tabii, eğer konuşmasını biliyorlarsa!"
64-Bunun üzerine birbirlerine dönüp: "Doğrusu, asıl zalim olan sizlermişsiniz!" dediler.
65-Ama çok geçmeden yine eski düşünce tarzlarına döndüler ve [İbrahim'e:] "Bu [put]ların konuşamadıklarını kendin de pekala biliyorsun!" dediler.
66-[İbrahim:] "O halde" dedi, "Allah'ı bırakıp da, size hiçbir şekilde ne yararı ne de zararı dokunmayan şeylere mi tapınıyorsunuz?
67-Yazıklar olsun size de, Allah yerine tapınıp durduğunuz bütün bu nesnelere de! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"
68-"Eğer (bir şey) yapacaksanız" dediler, "bari o'nu yakın da, böylece tanrılarınıza arka çıkmış olun!"
69-[Ne var ki] Biz "Ey ateş, serin ol, İbrahim'e dokunma!" dedik.
70-Bu arada onlar İbrahim'e tuzak kurmaya çalıştılar; ama Biz onların bütün yapıp-ettiklerini boşa çıkardık.

Bakara Süresi:

258- SIRF Allah kendisine hükümdarlık bağışladığı için İbrahim ile Rabbi hakkında münakaşa eden o [hükümdar]dan haberin yok mu? Hani İbrahim: "Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!" demişti. Hükümdar cevap vermişti: "Ben [de] hayat verir ve ölüm dağıtırım!" İbrahim: "Allah güneşi doğudan doğdurur; öyleyse sen de batıdan doğdur!" demişti. Bunun üzerine, hakikati inkara şartlanmış olan o kişi hayretler içinde kaldı: Allah [bile bile] zulüm işleyen toplumu hidayete erdirmez.

-Tesettürlü Hanımefendilere ve Hanım Kızlara Açık Mektup-

MUHTEREM ve afif (iffetli) İslâm hanımlarına: Selam ve ihtiramlarımı (saygılarımı) takdimden sonra... Tesettür konusunda sakın kâfirlerin, fâcirlerin, münafıkların ve mürtedlerin sözlerine, yönlendirmelerine uymayınız. Yüce dinimizin muhkem (kesin), müttefakun aleyh (üzerinde birleşilmiş) hükümleri, farzları, haramları bellidir. Bunlar muteber ve güvenilir din kitaplarımızda açıkça yazılıdır. Hepsinin Kur’an’da, Sünnette delilleri vardır. Hepsi icmâ-i ümmetle te’yid edilmiştir.

Bu devirde birtakım insanlar dinimizin tesettür emrini bozmaya, çarpıtmaya, değiştirmeye, çığırından çıkartmaya çalışıyor. Onlar insî şeytanlardır. Onlara uyanlar çok aldanır, çok zarar ve ziyan ederler.

Peygamberimiz tesettür konusunda ne demişse, ne emr etmişse, neyi yasaklamışsa doğrudur, haktır. Sakın O’na muhalefet etmeyesiniz.

Yüce Peygamberimiz kadınların saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmalarını kesin olarak yasaklamıştır. Bu konuda çok güvenilir, çok sağlam, çok muteber din kaynaklarında bilgi bulunmaktadır.

Başını örten bir Müslüman kadın, Peygamberin yasakladığı bir şekilde örtünemez. Resûlullah, deve hörgücü gibi topuz yapılmayacak diyorsa, ona uyulacaktır.

Bu konuda birkaç hadîs-i şerif bulunmaktadır. Biri, Sahih-i Müslim’dedir. Meali şöyledir:

“Ateş (cehennem) ehlinden iki sınıf vardır, ben onları henüz görmedim (ileride zuhur edeceklerdir). (Birinci sınıf:) Yanlarında sığır kuyruğu gibi bir şeyler taşıyıp onlarla insanlara vuran kimseler... (İkinciler:) Giyinmiş çıplak kadınlar ki, bunlar Allah’a taatten (itaatten) dışarı çıkmışlardır. Bunlar (hem kendileri baştan çıkmıştır), hem de başkalarını baştan çıkartırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu gibi kadınlar, Cennet’e girmek şöyle dursun, onun kokusunu bile alamazlar. Halbuki Cennet’in kokusu şu şu şu kadar uzak mesafeden hissedilir.” (Hadîs-i şerifin râvisi, Ebû Hureyre radiyallahu anh hazretleridir.)

Dinî bir konuda kesin emir ve yasak varsa biz Müslümanlar bunları tartışamayız. Ancak dinsizler, münafıklar tartışır. Sakın onlara uymayalım.

Mürtedlerin din hakkında konuşmaya hiçbir hakları ve salahiyetleri yoktur.

Bu devir rant devridir. Birtakım adamlar dinî konuları, değerleri, hükümleri, kurumları kendi âdi çıkarlarına âlet etmektedir. Dine, Şeriata, fıkha, ahkâm-ı İslâmiyeye, sünnete uygun tesettür kıyafetlerinin yapılması ve satılması elbette caizdir ama bu saydıklarımın dışında kalan dine aykırı sahte ve çarpıtılmış tesettür kıyafetlerinin ticaretinde büyük günah ve vebal vardır.

Dün mayo ve deniz kıyafetleri teşhir eden mankenler kiralanıyor, bugün onlara din dışı tesettür giysileri teşhir ettiriliyor.

Manken başına renkli bir bez örtmüş... Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş... Podyumda kırıta kırıta, şehevî arzuları kamçılayacak bir şekilde yürüyor... Böyle tesettür olmaz. Bu tesettür değil, anti-tesettürdür.

Tesettür konusunda Yüce Allah ayet indirmiştir. Yüce, peygamber (salat ve selam olsun O’na) bu konuda ümmetine talimat vermiştir. Peygamberin vekilleri, vârisleri, halifeleri olan rabbanî ve ‘âmil ulema, fukaha, müctehidîn-i kiram âyetleri ve hadîsleri yorumlamışlar ve Yüce Şeriatın hükümlerini ortaya koymuşlardır.

Alnı ömürlerinde bir kere secdeye varmamış birtakım politikacılar, gazeteciler, yazarlar, düşünürler (veya düşünmezler) bu gibi dinî konuları mıncıklamasınlar. Onlar uzmanı olmadıkları bu konularda konuşamazlar, yazamazlar. Konuşup yazsalar bile fikirlerinin, görüşlerinin, hükümlerinin hiçbir kıymeti yoktur.

Şazz fikirli mezhepsizlerin, bid’atçilerin, Kitab ve Sünnet dairesi dışındakilerin de bu konulardaki fikir ve görüşlerini dinlemeyiniz, fetvalarına, ruhsatlarına önem vermeyiniz,

Birtakım hafif akıllı kadınlar ve kızlar (aklı başında olanları tenzih ederek yazıyorum) tesettür konusunda doğru yoldan çıkmışlardır.

Zamanımızda “başları örtülü çıplaklar” vardır.

Ciddî ve vakarlı bir İslâm hanımı ve kızı, erkeklerin şehvet bakışlarını çekecek kıyafetlere bürünemez.

Vücut hatlarını gösteren ince elbiseler giymek haramdır.

Meydanlarda, caddelerde, toplu taşıma vasıtalarında, umuma açık yerlerde İslâm kadınlarının ve kızlarının çıngıraklı kahkahalar atarak dikkat çekmeleri terbiyeye ve görgüye aykırıdır.

Tesettürün iffet ve haya ile birlikte olması gerekir. Tesettür ile bayağılık, pespayelik, adilik bir yerde olmaz.

Ben kendimden konuşmuyorum, yazdıklarım muteber ve güvenilir din kitaplarında vardır.

Fâsıkların, fâcirlerin, reformcuların, mürtedlerin iğvalarına (aldatmalarına) kanmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz.

Kur’an ne diyorsa doğrudur. Peygamber ne demişse doğrudur. Rabbanî ve ‘âmil din âlimleri müttefakun aleyh konularda ne yazmışlarsa hepsi doğrudur. Teferruata (ayrıntılara) ilgili konularda bazı farklı görüşler ve yorumlar vardır. Kitaba, Sünnete, icmâya aykırı olmamak şartıyla onlar da geniş bir rahmettir.

Şeriat, saçlar deve hörgücü gibi topuz yapılmayacaktır diyorsa, o yasağa uymalıyız.

İslâm düşmanları bu konularda istedikleri kadar zırlasınlar. Kulak asmayalım, okumayalım, önem vermeyelim. Onların ekmeklerine yağ sürmeyelim. Onlar tesettür konusunda ahkam kesmeyi bıraksınlar da, TC’li resmî vesikalarla kadınlara fuhuş yaptırılmasının, bu fuhuş karşılığında makbuz almanın, KDV ve gelir vergisi ödemenin uygarlığa, kadın haklarına ve haysiyetlerine, ahlâka ve fazilete uygun olup olmadığı konusunda cevap versinler.

Hiç ses çıkartmadıklarına göre bu uygulamayı beğeniyorlar ve doğru buluyorlar her halde...

Ehemmi Mühimme Tercih Etmek

Evrensel hikmet/bilgelik ilkelerinden bîri de “ehemmi mühimme tercih etmektir”, yani en önemli olanı, önemli olandan öne almaktır. Yeterli din ve dünya ilimleri edinmemiş kimseler, bu ilkeyi bilmedikleri için ömürlerinin kıymetli günlerini, haftalarını, aylarını ve yıllarını hiçbir faydası olmayan boş şeylerle, gevezelik ve zevzekliklerle, dedikodularla geçirirler.

Günlük politika dedikodularının ne dünyaya ne âhirete faydası vardır. Bundan 125 sene önce insanlar Filan Paşa şöyle yaptı. Hariciye Nazırı şu toplantıya katıldı. Falan Vezir azl edildi, Feşmekan Zat Şeyhülislam oldu gibi konuşmalar yapıyorlardı. Şimdi onların adlarını bilen kalmadı. Bugün, çok önemli sandığımız günlük taze ve meraklı dedikodular da bir müddet sonra böyle olacaktır.

Bir Müslüman için çok önemli konular nelerdir?
1. Sahih itikad sahibi olmak.
2. Bu sahih itikadı korumak.
3. Ömrünün ölümüne iman ile bitişmesi için çalışmak.
4. Çıkacağı uzun, çetin, tehlikeli, ahiret yolculuğu için azık toplamak.
5. Kendisini kurtaracak derecede faydalı, lüzumlu, değerli, bilgileri öğrenmek.
6. Bu bilgileri hayatına uygulamak.
7. Hayır hasenat yapmak.

Kendilerini dindar zanneden öyle Müslümanlar görüyorum ki, hafıza dağarcıklarında binlerce boş isim, konu, referans var; lakin Allahü Teala’nın 14 sıfatını ezberlerine almamışlar.

Öyle sahte sofular görüyorum ki, kendi cemaat büyükleri tenkid edilince dehşetli ve ölçüsüz tepki gösteriyorlar, aşırı şekilde öfkeleniyorlar, sövüp sayıyorlar. Lakin Peygamber Efendimize (Salat ve selam olsun O’na) hakaret edilince hiç tınmıyorlar, savunmuyorlar, gereken tepkiyi göstermiyorlar. İşte böyleleri, ehemmi mühimme tercih edemeyen dengesizlerdir.

Gevezelerin ve zevzeklerin çok önemli çok değerli, çok hayatî sandıkları nice aktüel konu vardır ki, iki rekatlık bir sünnet namazının binde biri kadar önem taşımaz.

Müşriklerin, kâfirlerin, münafıkların, mürtedlerin saçma sapan şeytanî ve saptırıcı gündemlerine itibar etmeyelim. Ehem ve mühim olan konuları, bırakıp, faydasız, fuzulî, zararlı konularla ömrümüzü ve vaktimizi israf etmeyelim,

Ehem ve mühim şeyler hangi kaynaklarda yer almaktadır: Kur’an’da, Sünnette, fıkıhta, şeriatta, ahkâm-ı sultaniyye’de, ahlâk ve tasavvufta...


Mehmet Şevket Eygi/ Milli Gazete

Tv İzleyen Ölüler

Gazetelerin birinci sayfalarını okumaktan sıkılalı çok oldu. Mecburiyetten okuyorum doğruyu söylemek gerekirse. Bu ülkenin gündemine cebren ve hileyle sokulan gündem maddeleri son derece can sıkıcı... Buna bir de sırf insanların ilgisini, dikkatini, şehvetini çekiyor diye baş sayfalara kondurulan saçmalıkları ekleyince durum daha da vahim hale geliyor. Neyse ki dünyanın enteresanlıkları henüz tamamen tükenmiş değil. O enteresanlıklar hâlâ küçük küçük yerler bulabiliyor gazetelerde kendilerine. Bu küçük, ama içlerinde müthiş hikayeler barındıran haberleri arayıp bulmayı seviyorum. Dün okuduğum ve uçuk kaçık hikâyeler yazmış bir adam olarak gerçekten inanılmaz bulduğum şu küçük habere bir bakın hele:

“Hırvatistan'da bir kadın, ölümünden tam 42 yıl sonra siyah-beyaz televizyonunun karşısında otururken bulundu.”

Böyle bir hikâye benim aklıma gelmezdi. Muhtemel ki hayatımda gördüğüm en uçuk kaçık romanları ve hikâyeleri yazan adamlardan mesela Kurt Vonnegut'un, mesela Spencer Holst'un ve yine mesela okuduğum bir kitabını da filmleri kadar hayal ötesi bulduğum Tim Burton'ın da aklına gelmezdi böyle bir karakter, böyle bir hikâye... Ama hayat yazıp önümüze koyuyor işte. Hem de sinir bozucu gazetelerin tenha köşelerine...

Dönelim şimdi habere... Kadının adı var, Hedviga Golik... 1924 doğumlu... Mumyalaşmış cesedinin bulunduğu günden tam 42 yıl önce televizyon izlemek üzere koltuğuna oturmuş. Doğal olarak televizyonu siyah beyaz... Haberde televizyonun hâlâ bir şeyler gösterip göstermediğine dair bir bilgi verilmemiş ne yazık ki... Ama şöyle bir detay var; zamanının en ileri teknolojisine sahip fiyakalı bir televizyonmuş.

Hırvat polisi de benim kadar şaşırmış böyle bir olayın nasıl olup da yaşanabildiğine... Yani 42 yıl boyunca nasıl olup da hayatın içinde bir ölü olarak yer işgal edebildiğine... Bu da Hedviga Golik'in hikâyesi işte... Komşuları onu en son 1966 yılında görmüşler ve daha sonra da Zagrep'teki evine taşındığını zannetmişler. İcra memurları kapıyı kırınca bu olağanüstü durum ortaya çıkmış. Neyin icrası bu diye düşünülebilir. Muhtemelen 42 yıllık birikmiş elektrik ve su borçlarının icrası...

Gerçekten olağanüstü bir hikaye... Hırvatistan'da hayat nasıldır bilmiyorum. Ama Hedviga Golik bizim ülkemizde yaşıyor olsaydı, TV karşısında ölü geçirdiği o 42 yılın ne kadarını yine TV karşısında geçirirdi diye düşünmeden edemedim. Malûm, geçen yıl ABD'yi sollayarak TV karşısında en fazla vakit geçiren toplum olma başarısını (!) gösterdik. Kimilerine göre kitap okuma sıralamasında ise dünya sonuncusuyuz. Demek Hedviga Golik bizim aramızda yaşasaydı, daha uzun süre fark edilmeyebilir, mesela bu akşam “Var Mısın, Yok Musun?”u izliyor olabilirdi. Bir ölü olarak... Teklif ne olursa olsun, onun cevabı hep aynı olurdu tabii: Yokum!

Peki bizler hayatta mıyız?

Var mıyız, yok muyuz?

TV karşısında saatlerce oturup kaldığımız kesin de, ölü müyüz, sağ mıyız? Ölçümüz nefes alıp vermekse, elbet sağız, buradayız. Peki ya ölü olmak, Hedviga Golik gibi boş gözlerle televizyona dalıp gitmekse!..

Hâlâ hayatta mıyız?


Gökhan Özcan / YeniŞafak

28 Mayıs, 2008

-Modern Hayat ve Annesizlik Çağı-

İçinde yaşadığımız modern çağ; anne babaların çocuklarına söz geçiremedikleri bir çağdır. Evinde çamaşır katlayan kadın istiyor ki, çocuğu da çamaşır gibi kendisine kolayca katlansın. Ama bu hiç de öyle kolay olmuyor.

Evler hızla kapılardan dışarı aktığı için ailenin eğitici fonksiyonu hükmünü yitirmiş halde. Modern hayat ilk önce evlerin içini boşalttı. Sadece az çocuklu çekirdek aile tipini özendirmekle kalmadı, aynı zamanda aile fertlerinin birbirleri üzerindeki etki ve örnekliğini de yok etti.

Evler dinlenme ve geceleme yerleri olmanın ötesine gitmediğinden ev kültürü diyebileceğimiz ortak bir hafızadan bahsetmek bir hayli güç. Şimdi anne babalar çaresiz kaldıkları çocuklarının okul tarafından adam edilmesi ümidiyle yaşıyorlar.

Deneyim ve tecrübenin hür teşebbüs ve atılımcılıkla yer değiştirmesi sonucu anne ve babaların çocukları gözündeki kültür aktarıcılığı da anlamını kaybetti.

Büyüklere sorup istişare etmek artık bir tür toyluk olarak algılanıyor. Hâlbuki anne ve babalar da bulundukları yere yine bir ebeveynin çocuğu olarak geliyorlar. Başta din eğitimi olmak üzere halk eğitimin bireyler arasında bir türlü aşı tutmamasının sebebi, işte bu ailevi temellerden yoksun oluşundandır.

Aşırı uyarılma ve insanın insana tahammülsüzlüğü gibi sebeplerden dolayı, her geçen yıl boşanma vakaları ikiye katlanırken, aile içi sadakatsizlik vakayı adiyeden sayılır hale gelmiştir.

Yapılan araştırma ve anketler neticesi, lise çağındaki gençlerin yarısı alkol kullanırken, uyuşturucu yaşı 10–11 yaş seviyesine kadar düşmüş durumdadır.

İşin garip tarafı, etkili ve yetkili hiç kimse şöyle bir durup da ‘nereye gidiyoruz?’ diye sorup sorgulamıyor.

Kimi çağdaş kadınlar anneliği kadınlığın karşısında bir erkek dayatması olarak görüp hafife almaktan çekinmiyorlar.

Bu tanımsız kadın anlayışı aynı hızla devam ederse korkarım anneler günü bile ilerde laikliğe aykırı, gerici bir gün olarak anılmaya başlanacaktır. Mesela birisi kalkıp annelerin ayaklarının altının cennetten arındırılması gerektiğini ciddi ciddi söyleyebilecek ve biz bu duruma hiç ama hiç şaşırmayacağız. Çünkü farkında olmadan her bir şeyin anası olan “anne”yi kaybettik.

Toplum annesiz bir çocuk gibi yalnız ve gideceği yeri kestiremeyecek denli yönsüz. Anneler kaybettikleri çocuklarını bulamadıkları için kaybetme korkusuyla dünyaya yeni çocuklar getirmek istemiyorlar.

Bilimden sanata hayatın her kesitinde ucu kaçmış ilmek gibi annesizliğin yokluğunu hissediyoruz bugün. Onun rahle-i tedrisinden mahrum kalıp alamadığımızı hiçbir bilim dalı karşılamaya yetmiyor. Ne öğrendikse o ana membadan yani annemizden öğrendik.

Bediüzzaman’ın dilinden de bu itiraf dökülür: “Seksen yıl, belki seksen hocadan ders aldım. Ama sekiz yaşında annemden aldığım derse hiçbiri uymaz.”

İnsan bilgileri içinde anneye yaslı olarak elde edilen çocukluk bilgilerinin önüne hiçbir bilgi geçemez. Onun için ‘çocukluk büyüklüğün babasıdır” derler.

Kişiyi çocuk yaşta babalığa hazırlayan, onun kişiliğini gergef gergef dokuyan yine annesidir.

Herkesin her şeyi herkesten iyi bildiğini sanıp kendini müstağni gördüğü çağda anneler birer birer kendi semalarına çekiliyor. Onlara senede bir gün uzaktan dokunup gülümsemek için icat ettiğimiz gün şimdi yerini yadırgıyor. Ne hazin, ona vermek için uzattığımız gül bile daha eline değmeden havada soluyor!

Okul dönüşü pencereden yolumuzu gözleyen o kadın annemiz, ama biz o çocuk değiliz.



Hüseyin Akın/Milli Gazete

Bir Devlet Ne Zaman Çöker?

Kanuni Sultan Süleyman, muhteşem bir konuma getirmiş olduğu devletin akıbetini biran hayal eder. Günün birinde Osmanlıoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı? diye derin bir düşünceye dalar...

Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi, meşhur alim ve veli Yahya Efendi Hazretlerine sorardı. Bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi Hazretlerine gönderir...

“Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi tenvir buyur. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akibeti nice olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?” şeklindeki mektubunu gönderir.

Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi Hazretleri’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir mana taşımaktadır:

“Neme lazım be Sultanım”

Topkapı sarayında bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mana veremez... Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla bu işi geçiştireceğini de pek düşünemez. Söylenmeye başlar...

“Aceb, bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?”

Nihayet kalkar, Yahya Efendi Hazretleri’nin Beşiktaşdaki dergahına gelir... Sitem dolu sorusunu tekrar eder. “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”

Yahya Efendi Hazretleri duraklar. “Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.” “İyi ama bu cevaptan ben birşey anlamadım. Sadece ’neme lazım be sultanım’ demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.” Yahya Efendi Hazretleri bu cevaptan sonra şu ibret verici açıklamasını yapar:

“Sultanım! Bu devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizlese, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese... İşte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir.”

Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da kendisini böyle ikaz eden bir alime devletinin sahip olduğu için Allah(cc) a şükreder... Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak dergahtan ayrılır.

(Mektup bugün Topkapı’da sergilenmektedir.)

-KIRKAMBAR-

Bir ayet:
Bütün müminler kardeştir. O halde, [her ne zaman araları açılırsa] iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki O'nun rahmetine nail olasınız. 49/10

Bir Hadis:
Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kim korkarsa akşam karanlığında yol alır. Kim akşam karanlığında yol alırsa
hedefine varır. Haberiniz olsun Allah'ın malı pahalıdır, haberiniz olsun Allah'ın malı cennettir."

Neden? Niçin? Nasıl?

Neden Esneriz?
Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinememektedir. Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir. Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer. Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir. Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyanlarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir.


Kaplumbağalar hiçbirşey yemeden 3-4 yıl dayanabilirler.
Güneş ışıklarının çok az bir kısmı bizim gezegenimize gelir.
Dünyada ilk araba vapuru, Osmanlı Devleti’nde 1870`de Şirket-i Hayriye için, İngiltere’de yaptırılan Suhûlet`tir.
Bir fare susuzluğa bir deveden daha fazla dayanabilir.
Bir istiridye türü yüz yıldan daha uzun yaşayabilir.
Kaptan Cook, Antartika hariç bütün kıtalara ayak basan ilk insandır.
18 Şubat 1979 tarihinde sahra çölüne kar yağmıştır.
Astronotlar ağlayamaz. Uzayda yerçekimi olmadığı için gözyaşları akamaz.
Peru`da hiç umumi tuvalet yoktur.
Filler zıplayamayan tek memelidir.
Timsahlar dillerini dışarı çıkaramazlar.

24 Mayıs, 2008

Erenköylü Muko




Bana göre dünyanın en kısmetli köpeğidir Muko.


Evi sokaklar, bazen de kendisini seven birinin yanı.


Sahibi bütün Erenköy halkı.


Kendi halinde, gayet sakin, sevecen.


Çocukları çok sever. Sabahları onları ta okulun kapısına kadar getirir, selametler.


Dayımın dükkanı mekanlarından biri, orada kış geceleri yağmur ve soğuktan korunur. Beş yıldızlı otellerinden...


Maceraları anlatmakla bitmez. Geçenlerde hastalandı. Doktora gitti eğzema olmuş on beş gün yatırdılar. Masrafları dayım ve bir kız ödedi.


Muko çok akıllı bir hayvan, ne derseniz anlar. Trene binip gezintiye çıkar. Okul servislerinde onu seven öğrencilere eşlik eder.


Erenköylülerle mutlu, mesut yaşıyor. Hangi sokak köpeği onun kadar seviliyordur. Muko'yu tanıyan herkes sever.








14 Şubat, 2008

Şehvar'ın 20. Sayısı

Bismillahirrahanirrahim
Hamd Rabbimize, Selam sevdiklerinin üzerine olsun.



-Hakikatin Sonsuzluğunda Vedûd’a Yolculuk- Esmâi Hüsnâ / Vuslat Turâbi

Esmâ-i Hüsnâ okumaları:


Arâf sûresi (7) 180:
“Oysa en güzel isimler Allah’ındır. Bundan dolayı Allah’a onlarla dua edin. Onun isimlerinde sapıklık eden mülhidleri (inkarcıları) terk edin. Onlar yakında yaptıklarının cezasını çekecekler.”

Tâhâ sûres(20) 8:
“Allah O’dur ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur.

Hadis-i Şerif:
“Muhakkak ki Allah’ın yüzden bir eksik olarak doksan dokuz ismi vardır. Her kim onları ihsâ eder (manasını anlayarak ezberleyip sayar da gereğince amel eder) ise Cennete girer.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)



ALLAH (celle celâluhu)
Allah, bildiğimiz ve bilemediğimiz, görebildiğimiz ve de göremediğimiz bütün âlemlerin ve “din gününün sahibi” olan, kâinatı yaratıp yöneten, tüm övgülere ve ibadet edilmeye tek layık olan Yüceler Yücesi Rabbimizin, 99 isminin bütün özelliklerini kendinde toplayan en kapsamlı ve özel adıdır. Bu isim, sadece Cenâb- Hakk’ın zâtına mahsus olup, başka hiçbir varlığa isim olmamıştır.


Manevi sıkıntıların mı var dostum? “Allah” de!

Maddi problemler belinimi büktü? Malın, mülkün “tek sahibi”ne koş, önünde diz çök, secdelere kapan ve “Allah” de!

Düşmanlarına galip mi gelmek istiyorsun? Bedir savaş’ında, zafer vuku buluncaya dek, secdede “Ya Hayyu, Ya Kayyum” diye inleyen iki Cihan Serveri Muhammed Mustafa (s.a.v) gibi “Allah” de! Karanlıklardan aydınlıklara mı çıkmak istiyorsun? “Allah” de dostum!
Ve son nefeste, emaneti; can emanetini huzurla teslim etmek için, dilini zikre alıştır ve “Allah” de!

Hasbünallâhü ve ni’mel vekil ni’mel Mevla ve ni’mennasir!
“Dostum” “Vekilim” “Sahibim” ve “Yardımcım” yalnız Allah’tır de ve sadece O’nun rızasını kazanmak için yürü hayat yolunda!

O Allah ki: kulunu yalnız bırakmayandır!
O Allah ki; kulunu koruyan, muhafaza edendir!
O Allah ki; kulunu sevendir!
O Allah ki; kulunun günahlarını bağışlayan, hatalarını örtendir!
O Allah ki; kulu kendisine bir adım gelse, ona on adım yaklaşandır!

Haydi dostum! Rabbini isimleri ile tanı ve yalnız O’na kulluk et, yalnız O’ndan iste!



şehvar 1

-Peygamberimizin Hastalığı Ve İrtihali- Fıkhu’ssiyre / Dr. M. Said Ramazan El-Bûti

Resûlullah ilk rahatsızlığını, şiddetli bir baş ağrısı olarak hisseti. Hz. Aişe (r.a.)’den rivayete göre ise: “O Baki’den dönerken karşılaşmış, “vay başım!” diye yakınırken, o da: “Tam aksine vallahi Âişe, esas benim başım!” diye cevap vermişti.

Daha sonra onun rahatsızlığı ağırlaştı. Onu bitkin bırakan bir hummaydı bu (ateş nöbeti). Resûlullah’ın bu hastalığı sırasında, hanımları onun hastalığını Hz. Âişe’nin evinde geçirme meylini sezmişlerdi. Çünkü ona meylini ve onunla teskin oluşunu öğrenmiş durumdaydılar. Bunu için izin verdiler. Hz. Âişe’nin evinde hastalığı şiddetlendi. Ama hep ashâbının üzüntüde kalışının sıkıntılarını yaşıyordu.

Ve buyurdu ki; “Bana ağzı açılmamış yedi kırda su getirin ve başımdan dökün de, belki halka yaklaşırım (yine çıkıp onlarla konuşabilirim) Hz. Âişe der ki, onu bir tekneye oturttuk. Ve başladık su kırbalarının suyunu dökmeye… Nihayet artık yettiğini işaret etti eliyle. Sonra halka çıkıp onlarla namaz kıldı ve onlara hitabede bulundu.(Buhari) Bu çıkışında başında bir sargı vardı. Minbere oturdu. İlk sözü de, Uhud şehidlerine ve gazilerini dua ve istiğfar etmek oldu. Ve şöyle dedi: “ Bir kulu Allah kendisine dünya güzelliklerini vermekle, kendi indindekini verme hususunda serbest bıraktı da; kul onun yanındaki nimeti seçti.” Bunun üzerine Ebû Bekir(r.a.) ağladı. (çünkü o, Resûlullah’ın ne kasdettiğini biliyordu.) Ve şöyle seslendi ona: Babalarımız, analarımız sana feda olsun!.. Resûlullah ise: “Sakin ol ya Ebâ Bekir!” buyurdu.

“Ey nâs! Bana, mal ve dostluğuyla en emin kimse Ebû Bekirdir. Eğer sevgili edinmem gerekse, muhakkak ki Ebû Bekir’i edinirdim. Ama İslam kardeşliğimiz var. Mescide açılan kapıların hepsi kapansın.(Müslim) Yalnız Ebû Bekir’in kapısı kalsın. Ben hepinizden öndeyim ve sizi bekleyeceğim. Zaten şu an havuzumu görüyorum. Esasen bana yeryüzü hazinelerinin anahtarı verildi. Vallahi ben sizin, benden sonra müşrik olacağınızdan değil de, dünya için birbirinize düşmenizden korkuyorum.” (Müslim Buhari)

Artık Resûlullah (s.a.v.) çıkıp halka namaz kıldıramayacak halde idi. Bunun üzerine: “Ebû Bekir’e söyleyin, halka namaz kıldırsın” buyurdu. Buna karşı da Hz. Âişe: “ Yâ Resûlallah! Ebû Bekir çok yufka yüreklidir. Senin makamına geçince dayanamayabilir ve sesini de kimseye duyuramaz” diye müdahale edince: “Siz Hz. Yusuf’un çevresindeki kadınların tıpkısısınız!.. söyleyin Ebû Bekir namazı kıldırsın cemaate” diye tekrarladı.

Bundan böyle de halka namazı kıldıran hep Ebû Bekir (r.a.) oldu. Bu günlerde, bir keresinde Resûlullah (s.a.v.) namaza çıktığında (hastalığın hafiflemesi anında) Hz. Ebû Bekir’in halka namaz kıldırdığını gördü. Ebû Bekir geri çekilmek istedi. Fakat Resûlullah devam etmesini işaret buyurdu. Ve kendisi de Ebû Bekir’in yanında oturdu. Ebû Bekir namazı kıldırırken o da oturduğu yerde kılıyordu. Halk da Ebû Bekir’le namaza devam ediyordu.

Bu esnada Resûlulah’ın böyle çıkışını hayra yoran cemaat birbirini müjdelediler fakat hemen de hastalık şiddetlenmişti. Ve zaten çıkıp cemaatle namaz kılışının sonuncusu olmuştu bu. İbn Mesûd bu konuda şunları nakletti: Ben Resûlullah’ın yanına vardığımda ateşler içinde yanıyordu. Ellerimle dokundum ve “Ya Resûlullah senin çok ateşin var” dedim. O da “Evet” dedi. “Sizin iki kişinizin ateşi kadar ateşim var.” Bunun üzerine “Öyleyse bundan ötürü iki kat ecrin var” dedim. “Evet” dedi, “Bir mü’mine Allah bir hastalık çilesi verdi mi, ona denk de mukâfat verir. Öyleyse ağacın yapraklarını döktüğü gibi günahları dökülür o kimsenin.”

Bu Allah’ın her kulu için koyduğu değişmez kanundur. “Sen de öleceksin, onlar da” enbiya/34
İşte böylece on birinci hicret yılı Rebiülevvel ayının on ikinci günü, pazartesi sabahına varıldı. Halk mescide Hz. Ebû Bekir’in arkasında sabah namazını kılıyordu. Birden Hz. Âişe’nin odasının, (mescide açılan kapısındaki) perde açıldı, ardında Resûlullah(s.a.v) göründü. Onları saflarında seyretti ve gülümsedi onlara. Hz. Ebû Bekir geri çekilip safa girmek istedi. Çünkü Resûlullah’ın çıkıp namaz kıldıracağını sanmıştı. Müslümanlarda Resûlullah’ın halinden sevindiler. Nerde ise namazlarından çıkacaklardı. O eliyle işaret edip, namaza devam etmelerini emretti. Sonrada odasına dönüp perdeyi kapattı. (Müslim Buhâri)

Resûlullah (s.a.v) döndü, tekrar Hz. Âişe’nin odasında yatağına yattı ve başını Hz. Âişe’nin göğsüne dayadı. Artık ölüm hali onu sarmıştı. Yanındaki tasta bulunan suya ellerini batırıp yüzüne sürüyor ve “La İlahe İllallah, ölümün acıları varmış” diyordu. Hz. Fâtıma(r.a.) bu halleri görünce: “Vah babamın çektiği ıztıraba!..” diye feryâda başladı. Resûlullah(s.a.v.) ise: “Babanda bu günden sonra sıkıntı kalmayacak”(Buhâri Tirmizi) diye mukabele etti.

Hz. Âişe der ki: “Benimle onu tükrüğünü ölümü halinde birleştirdi. O gün Abdurrahman yanıma gelmişti. Elinde bir misvak vardı. Resûlullah ise bana yaslanmış durumda idi. Baktım misvaka bakıyor. Misvakı arzuladığını anladım. Onu sana alayım mı dedim. Evet anlamına başını salladı. Aldım ve fakat sertti. Yumuşatayım mı dedim. Yine başıyla evet dedi. Ona göre yumuşattım(ağzında ıslatarak) ve kullandı. Yanında bir kapta su vardı. Ellerini ona batırıp yüzüne sürüyor ve “Ölümün de acıları varmış, La ilahe illâllah” diyor. Sonra ellerini kaldırıp: “Refik-i A’lâ’ya ya Rab” dedi. O halde ruhu kabz oldu ve elleri yana düştü. (Buhâri Müslim)

Resûlullah’ın vefât haberi hemen halk arasına yayıldı. Hz. Ebû Bekir çıkıp geldi. Kimseyle konuşmadan doğruca Hz.Âişe’nin odasına geçti. Resûlullah’ın üzerine çizgili bir bez örtülmüştü. Üstünden örtüyü çekip yüzünü açtı, eğilip onu öptü ve ağladı. “Anam babam sana feda olsun, Allah sana iki ölümü cem etmez. Sen, sana yazılan ölümü tatdın. (Buhari) İkinci bir ölümü tatmayacaksın” dedi ve çıktı.

Ömer hâlâ konuşmuyordu. Resûlullah’ın ölmediğini iddia ediyordu. “O sadece Hz. Musa’nın Rabbine gittiği gibi gitmiştir. O ölmez, ta münafıkları yok edinceye kadar” diyordu. Hz. Ebû Bekir ona döndü: “Sakin ol Ömer, sus!” diye seslendi. Ama Ömer sözüne devam etti. Ebû Bekir onun susmayacağını anlayınca halka hitaba başladı. Halk da ona yönelince Ömer’i yalnız bırakmış oldu. Ebû Bekir şöyle konuştu: “İmdi ey nas! İçinizde Muhammed’e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki, O Hayy ve Lâyemût’tur.” Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: “Muhammed sadece peygamberdir. Ondan önce de çok peygamber geldi geçti. Peki, o ölür veya öldürülürse siz tabanlarınız üzerine geri mi döneceksiniz?” aliimran 144

Bütün halk bu ayeti sanki Ebû Bekir okuyuncaya kadar hiç duymamışlardı. Ömer (r.a.) der ki: “Vallahi bu ayeti ilk defa Ebû Bekir’den işitmiş gibiyim. O ayeti duyar duymaz anladım ve inandım ki, artık Resûlullah ölmüştür ve ayaklarımın bağı çözüldü, yere yığıldım. (Buhâri)
Resûlullah’ın (s.a.v.) altmış üç yaşında vefat etti. Kırk yıl bi’setten önce idi. On üç yılı ise Mekke’de davetle geçti. On yılı da hicret sonu ve Medine’de geçmiştir.

“Resûlullah arkasında ne bir dinar veya dirhem para, ne köle ne de cariye bırakmıştı. Sadece bindiği beyaz katırı, silahı bir de sadaka olarak vakf ettiği arazisi vardı.” (Buhâri)


şehvar 3

İlk Hikayem; Rüya

RÜYA

Teyzemin uykusu kaçmak istediği zaman sokağın başında kendisini bekleyen sarı bir vosvosa binip giderdi benim hayalimde. Gecenin karanlığında sapsarı parıldayan rengi ile vosvos o çok tatlı uykuyu alıp kaçardı benim bilmediğim ve teyzemin gitmesini istemediği ama öyle sanıyorum ki kendisini çok mutlu hissedeceği bir yere.

* * *
Fuat gecenin çoğunu dışarıda geçirdiğinden yorgun halde eve geldi. Hemen odasına girdi. Yatıp uyumak, kaybolup gitmek istiyordu. Birkaç gündür böyle hissediyor ve yaşadığı bu huzursuzluğun sebebini bilemiyordu. Koltuğa oturdu. Düşündü. Sorunsuz hayatında pürüz çıkartmaya çalışmak mıydı yaptığı. Hayır. İçindeki duygu ve düşüncelerden sıkıldı. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye çalıştı. Gökyüzünde çığlık atan martıdan başka, gecenin ilerlemiş bu saatinde sokağın tenhalığının sesi vardı sadece. Sonra uzaktan hızla yaklaşan otomobilin sesini duydu. Belki evine gitmek için acele eden biriydi de işi bu saatlere kadar uzadığından böyle geç kalmıştı. Acelesinin sebebi, bir an önce huzur bulacağı yerde olma isteği miydi. Sesini duyduğu martıyı hayal etti sonra, bembeyaz, siyahın içinde. Ve bir otomobil daha, durdu…

* * *
Evden çıkıp merdivenleri hızla inen Fuat kendini güneşin sokağı, evleri, ağaçları, şenlendirdiği güzel bir günün ortasında buldu. Gölge olmayan yerlerde neşe ve hareketlilik vardı. Sokak, geceden kalma kimsesizliğini işine ve okuluna giden insanların sahipliğine bırakmıştı. Evlerin kapalı olan perde ve pencereleri açılmaya başlamış, içeriye sabahın tazeliği doluyordu. Ağaçların dallarını kendilerine ev edinmiş kuşlar, ışığın ilk yansımasıyla çoktan uçmuş, geride, sakın esen rüzgârla, yaprakların nazlanışı kalmıştı. Bunları seyrederken, Fuat neden dışarı çıktığını unuttu ama yine de yürümeye devam etti. Bildiği ev ve dükkânları geçerken, kapısının üzerindeki tabelada -geç olmadan- diye yazan yeri fark etti. Bu dükkân yeni mi açıldı diye düşündü. Merak ettiği bu yeri görmek istedi ve içeri girdi.

* * *
Hafifçe aralandı gözkapakları. Odasındaydı. Bir otomobilin çalıştığını duydu ve tekrar kapandı gözleri… Bulunduğu yerde, yaptığı işten başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir adam vardı. Gitmek için hazırlık yapıyordu. Onun üzerinde gördüğü doğrultuya takıldı Fuat. Konuğunun ilgisini fark eden adam “Binin” dedi ve sustu. Fuat binilecek bir şey göremiyor ama onunla gitmeği de çok istiyordu. Daha söyleyecek sözü olmalı diye düşünürken, dışarıda hareket eden aracın sesini duydu yine.

* * *

Fuat gözlerini açtığında koltukta uyumuş olduğunu fark etti. Biraz şaşkın ama hissettiği rahatlık duygusuyla etrafına bakındı. Gördüğü bir rüya mıydı. Kalkıp pencereye doğru gitti. Karanlık sokakta kimse yoktu. Yolun sonundan köşeyi dönen sarı bir vosvosun dışında.

* * *

Teyzemin uykusu çok geç geldi. Duyduğu mutluluktan, uykusunun neden kaçtığını ve niye bu kadar geciktiğini pek düşünmedi. Uzandığı kanepede hemen derin bir uykuya daldı.


şehvar 5

Delikız

-Kırkambar-

Gerçek Tıp/ Dr. Aidin Salih

Fazla Yemek
Çok yemek yenildiğinde midenin daha çok enzime ihtiyacı olur. Enzim üretmek vücut için çok güçtür ve kıymetli maddeler gerektirir. Sağlıklı bir insanın midesi 200-250 gr. yemeğin birinci hazmını, besinlere ve kişinin hazım gücüne göre değişmekle beraber, 3-4 saat içinde kolayca gerçekleştirebilir. Bu miktarda yemeği hazmetmek için kalp zorlanmadan rahatça çalışmaktadır. Bunun iki katı yemek yenildiğinde ise, yemeğin hazmedilmesi ve fazlalıkların kısmen depolanarak, kısmen çıkartılması için, kalbin dört-altı misli daha fazla çalışması gerekecektir. Bu işlem sadece kalbi değil, besinlerin hazmedilmesi, depolanması ve çıkartılmasıyla görevli diğer organları da yıpratır.
Genç vücut, kuvvetli olduğu için, yemekleri hazmederek, fazlalıkları dışarı atabilir. Ancak zorlanma devam ettiği sürece, bu kuvvet tükenir; fazlalıkların giderek daha az atılmasıyla vücutta depolar oluşmaya, depolar olduktan sonra da atıklar kan ile birlikte dolaşmaya başlar. Böylece kan ağırlaşır, dolaşımı yavaşlar. Ağırlaşan kan bu atıkları damarlarda biriktirmeye ve zamanla damarları tıkamaya başlar. Daralmış ve tıkanmış damarlardaki kan, organları yeterli derecede besleyemeyecek kadar azalır. Beslenemeyen organlar beyne “Açız!” uyarısı gönderirler; beyin de bu çağrıya cevap olarak iştahı çoğaltır. Bu, insanı daha çok yemeğe zorlar. Yedikçe kandaki fazlalıklar ve damarlardaki tıkanıklıklar çoğalır. Kan daha da koyulaşır, dolayısıyla organların açlık hissi daha çok artar. Bu kısır döngü devam ederken insanlarda konsantrasyon, hafıza, düşünme, anlama ve öğrenme kabiliyetleri azalmaya, hastalıklar bir bir kendini göstermeye başlar.

Sık Yemek
Hastalıkların temel nedenlerinden biri de bir yemeğin üstüne başka bir yemek yemektir. Sindirim sistemi belli kurallarla çalışır. Bu kurallara göre, 200-250 gr. miktarında bir yemek, midede 3-4 saatte hazmolur ki buna birinci hazım denir. Yemeğin cinsine, miktarına ve ağırlığına göre birinci hazmın süresi 6-10 saat kadar uzayabilir. Hazım tamamlanmadan ufacık bir şey dahi yense, midenin hazım seyrini bozar. Bu bir lokma, önce ki yemekle karıştığında hazım olamayacağı için mayalanmaya ve çürümeye başlar. Önceki yemeği de bozup çürüterek midede yanma, ekşime, gaz ve şişkinliğe sebep olur.
Aslında, ilk hazımdan değil, üçüncü hazımdan sonra yani, besin maddesi kandan hücrelere geçtikten sonra ikinci yemek yenebilir. Yani günde iki defa yemek insan için yeterlidir. İçme konusunda da hüküm aynıdır.




Neden? Niçin? Nasıl?
Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?
Geceleri flaşla çekilen fotoğraflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz?Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabaka da retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanız, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.


Sıkı çalışan yetişkin bir insan günde 15 litreye yakın terler. Bu terin çoğu daha farkedilmeden buharlaşır.
Hapşırdığınız zaman, kalbiniz de dahil olmak üzere bütün vücut fonksiyonlarınız bir an için durur. Rusya ve Amerika’nın birbirlerine en yakın olduğu noktadaki uzaklıkları 4 km’den daha azdır.
Pablo Picasso, parasızlık çektiği gençlik günlerinde yaptığı resimleri yakarak ısınırmış.
Elma, insanları uyanık tutma açısından en verimli kafein kaynağıdır.
Erkekler kadınlara göre on kat daha fazla renk körü oluyorlar.
Mayıs sineklerinin yaşam süresi yalnızca birkaç saattir.
İnsan vücudu besinleri yakarak sürekli ısı üretir.
Örümcek ağı çelikten 5 kat daha sağlamdır.

şehvar 6

09 Şubat, 2008

yine geç kaldım:(

Dergimizin yirminci sayısını hazırladım ama daha basım işi var. İnşallah en kısa zamanda elinize geçmesini sağlayabilirim.