Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı / Nazım Hikmet
Siteme hoş geldiniz.Burada yayınlanan yazılar benim okuyup da beğendiğim ve sizlerle paylaşmak istediğim, kaynak gösterilerek yayınlanan yazılardan oluşuyor.Blog sahibesi olan ben, siz misafirlerime keyifli okumalar diliyorum.
02 Aralık, 2009
Editörden
Ey örtüsüne bürünemeyen Nefsim!
Neden söz dinlemiyorsun? Sana şu örtüyü üzerine al diyorum. Bak millet (ne yazık ki sayıları giderek azalsada) nasıl örtünmüş. Bir kere de itiraz etmesen, dediğimi yapsan. Sabretsen göreceksin, haklı olduğumu, bu örtünün sana çok yakıştığını. Bana hep kötü örnekleri göstereceğine (bak bunun örtüsü incecik, hele şunun hiç yok) biraz sussan, bu kadar çok söylenmesen, bağırıp çağırmasanda, bastırdığın o sesi duysam.
Ey asi Nefsim?
Sana söylüyorum. Duyuyor musun? Elbette ki duyuyorsun. Ama işine gelmiyor değil mi? Laf kalabalığı yaparak beni oyalıyorsun. Saniyeyi, dakikayı hesab ederek, ne çalarsan kârdan sayıyorsun. Böylece günlerimi azar azar tüketiyorsun. Bende uyuşmuş gibi, arada bir kulağıma gelen, fısıltı şeklindeki sayıklamayla (sürekli doğruyu söyleyen iç sesimle) yaşayıp gidiyorum.
Ey emreden Nefsim!
Benimde hiç işime gelmiyor (daha doğrusu, gelmemeli) sana uymak. Nasıl gelsin ki? Senin isteklerin, eşittir, kuralın dışında kalmak. Kuralın dışında kalmak, eşittir, FELAKET!
Ey kandırıkçı Nefsim!
Sonuç;(Hesabım her ne kadar kötü olsa da) iki kere ikinin dört ettiği gibi açık ve net. Ben bunu biliyorum. Bu şartlar altında sana uymam ahmaklık olmaz mı? Ben ahmak mıyım ki sana uyayım?
Ey hasta Nefsim!
Sana şifa verecek bir sıtma gerek. Öyle bir sıtma ki; şiddetli bir titremeyle başlayan. Bedenin titredikçe daha çok örtünecek, örtündükçe de daha çok içine döndürecek.
Hastalık geçip yataktan kalktığında kendini en güzel elbiseye (takva) bürünmüş olarak aynanın karşısında göreceksin.
Tabi eğer eziyete razıysan ve sonsuz kurtuluşu istiyorsan!!!
<><><><>
“Bir sonraki güne bıraktığım işler var. Bir sonraki günün özelliği ne ise, her defasında yeniden yakalayamıyorum o özelliği, bir sonraki güne kalıyor…” Lao müstearlı bir yazarın düşündürücü iki satırı, bende o özelliği yakalayamayanlardanım! Ya siz?
Şehvar okuyucusunu seviyor, inşallah sizlerde onu seviyorsunuzdur. Dergimizin bu sayısındaki yazıları ben çok beğendim, umarım sizde aynı şeyi düşünürsünüz.
Düşünürüm! Düşünürsün!! Düşünürüz!!!
delikız
Neden söz dinlemiyorsun? Sana şu örtüyü üzerine al diyorum. Bak millet (ne yazık ki sayıları giderek azalsada) nasıl örtünmüş. Bir kere de itiraz etmesen, dediğimi yapsan. Sabretsen göreceksin, haklı olduğumu, bu örtünün sana çok yakıştığını. Bana hep kötü örnekleri göstereceğine (bak bunun örtüsü incecik, hele şunun hiç yok) biraz sussan, bu kadar çok söylenmesen, bağırıp çağırmasanda, bastırdığın o sesi duysam.
Ey asi Nefsim?
Sana söylüyorum. Duyuyor musun? Elbette ki duyuyorsun. Ama işine gelmiyor değil mi? Laf kalabalığı yaparak beni oyalıyorsun. Saniyeyi, dakikayı hesab ederek, ne çalarsan kârdan sayıyorsun. Böylece günlerimi azar azar tüketiyorsun. Bende uyuşmuş gibi, arada bir kulağıma gelen, fısıltı şeklindeki sayıklamayla (sürekli doğruyu söyleyen iç sesimle) yaşayıp gidiyorum.
Ey emreden Nefsim!
Benimde hiç işime gelmiyor (daha doğrusu, gelmemeli) sana uymak. Nasıl gelsin ki? Senin isteklerin, eşittir, kuralın dışında kalmak. Kuralın dışında kalmak, eşittir, FELAKET!
Ey kandırıkçı Nefsim!
Sonuç;(Hesabım her ne kadar kötü olsa da) iki kere ikinin dört ettiği gibi açık ve net. Ben bunu biliyorum. Bu şartlar altında sana uymam ahmaklık olmaz mı? Ben ahmak mıyım ki sana uyayım?
Ey hasta Nefsim!
Sana şifa verecek bir sıtma gerek. Öyle bir sıtma ki; şiddetli bir titremeyle başlayan. Bedenin titredikçe daha çok örtünecek, örtündükçe de daha çok içine döndürecek.
Hastalık geçip yataktan kalktığında kendini en güzel elbiseye (takva) bürünmüş olarak aynanın karşısında göreceksin.
Tabi eğer eziyete razıysan ve sonsuz kurtuluşu istiyorsan!!!
<><><><>
“Bir sonraki güne bıraktığım işler var. Bir sonraki günün özelliği ne ise, her defasında yeniden yakalayamıyorum o özelliği, bir sonraki güne kalıyor…” Lao müstearlı bir yazarın düşündürücü iki satırı, bende o özelliği yakalayamayanlardanım! Ya siz?
Şehvar okuyucusunu seviyor, inşallah sizlerde onu seviyorsunuzdur. Dergimizin bu sayısındaki yazıları ben çok beğendim, umarım sizde aynı şeyi düşünürsünüz.
Düşünürüm! Düşünürsün!! Düşünürüz!!!
delikız
Hz. Peygamber, bayramı nasıl geçirirdi? / Alıntı
Bayram günleri, büyük sevinç ve neşe günleridir. Bayramlar, insanları kaynaştırıp bir araya getiren en güzel vesilelerden biridir. Bayramlarda, yardımlaşma duyguları artmakta, hediyeleşme ruhu yükselmektedir. Hiç şüphesiz Kurban bayramının müminler nezdinde ayrı bir yeri ve önemi var, zira Kurban Bayramı, Allah'a yaklaşma fırsatı bulduğumuz, O'nun rızası için 'kan akıttığımız' bir bayram günüdür.
İlk Bayram
Ramazan ve Kurban bayramları Hicretin ikinci yılından itibaren anılmaya başlanmıştır. Buhari'nin naklettiği bir hadiste Efendimiz (sav): "Bu günde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır" buyurmuştur. Bu sebeple Bayram günleri, tüm müminler olarak dünyanın her yerinde yaptığımız ilk şey namaz kılmaktır. Ebu Davud'un naklettiğine göre Hz. Peygamber, bayram günlerini 'yeme içme günleri' olarak değerlendirmiştir.
Zilhicce ayı
İçinde Kurban Bayramı'nın da bulunduğu Zilhicce ayı, mübarek ayların en önemlilerinden sayılmıştır. Zilhicce ayının sekizinci gününe, 'Terviye Günü', dokuzuncu gününe 'Arefe Günü', onuncu ve bayramın olduğu güne de 'Nahr Günü' denilmiştir. Ondan sonra gelen üç güne de 'Teşrik Günleri' adı verilmiştir.
Cihaddan sonra en hayırlı amel!
Zilhicce'nin on gününde işlenen ameller, diğer günlerde işlenen amellerden ve yapılan kulluktan daha sevimlidir. Bu on günde tutulacak her oruç bir senenin orucuna denktir. Her gecesini namazla geçirmek de Kadir gecesini değerlendirme gibidir. [İbn Mace, Ebu Davud]
Hz. Peygamber böyle söyleyince, orada bulunan sahabiler: "Ey Allah'ın Resulü! Allah yolundaki cihaddan da mı daha kıymetlidir?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Evet, cihaddan daha kıymetlidir. Ancak canını, malını esirgemeden harbe gidip şehid olan kimsenin cihadı daha kıymetlidir." [Buhari, Tirmizi]
Bayram günü eğlenmek doğru mu?
Bayram günleri sevinç günleri olduğu için, bu sevincin açıkça gösterilmesine vesile olacak meşru oyun ve eğlencelere de müsaade edilmiştir. Bu hususta Müslim'de ayrı bir bölüm ayrılmış ve misaller verilmiştir. Bunlardan birinde Hz. Âişe validemiz şöyle anlatır:
"Bir grup Habeşli, bir bayram günü mızrak ve kalkanlarıyla gösteriler yaparken raks eder gibi oynuyorlardı. Peygamber (sav) beni çağırdı. Başımı onun omzuna dayadım. Bu vaziyette onların harp oyununa bakmaya başladık. Ta onlara bakmaktan ilk vazgeçen ben oluncaya kadar..." [Müslim]
Ancak bayramdaki sevincin gaflete ve peşinden günaha dönüşecek kadar taşkınlığa varmaması lazımdır. Eğlence, meşru dairede olmalı ve günah unsurlarını taşımamalıdır. Bayram günleri, Allah'ın kullarına bir ziyafetidir, bu ziyafet gününde en çok O'nu anmak gerekir.
Bayramlaşma nasıl yapılır?
Saadet Asrında Sahabiler birbirleriyle "Bârekâllâhü lenâ ve leküm" diyerek bayramlaşırlardı, yani: "Allah bizden de, sizden de kabul etsin" dedikleri rivayet edilir. Sahabilerin, tokalaştıkları ve musafaha yaptıkları da rivayet edilmiştir.
Bu tebrikleşme bizim dilimizde "Bayramınız mübarek olsun, bayramınızı kutlu olsun, hayırlı bayramlar" gibi sözlerle ifade edilebilir.
[Kaynak: Mehmet Paksu, Mübarek Aylar, Günler ve Geceler]
Hz. Peygamber'in bayram günü
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz; bayram günü erkenden kalkar, abdest alır, misvak ile dişlerini temizler, güzel kokular sürünür ve bayrama en güzel elbisesi ile giderdi.
İbn-i Ömer'in rivayetiyle: Peygamber efendimizin, pamuktan desenli bir hırkası vardı ve onu her bayramda giyerdi.
İbn-i Mace rivayetiyle: Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz; Ramazan bayramı günü bir şey yemedikçe bayram namazı için evden çıkmaz ve kurban bayramı gününde de namazdan dönmedikçe bir şey yemezdi.
Dönerken, namaza gittiği yoldan başka bir yoldan dönerdi. Karşılaştığı müminlerle bayramlaşır, onlara selam verir tebessüm ederdi.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz; bayram günleri bol bol sadaka verirdi. Milligazete
İlk Bayram
Ramazan ve Kurban bayramları Hicretin ikinci yılından itibaren anılmaya başlanmıştır. Buhari'nin naklettiği bir hadiste Efendimiz (sav): "Bu günde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır" buyurmuştur. Bu sebeple Bayram günleri, tüm müminler olarak dünyanın her yerinde yaptığımız ilk şey namaz kılmaktır. Ebu Davud'un naklettiğine göre Hz. Peygamber, bayram günlerini 'yeme içme günleri' olarak değerlendirmiştir.
Zilhicce ayı
İçinde Kurban Bayramı'nın da bulunduğu Zilhicce ayı, mübarek ayların en önemlilerinden sayılmıştır. Zilhicce ayının sekizinci gününe, 'Terviye Günü', dokuzuncu gününe 'Arefe Günü', onuncu ve bayramın olduğu güne de 'Nahr Günü' denilmiştir. Ondan sonra gelen üç güne de 'Teşrik Günleri' adı verilmiştir.
Cihaddan sonra en hayırlı amel!
Zilhicce'nin on gününde işlenen ameller, diğer günlerde işlenen amellerden ve yapılan kulluktan daha sevimlidir. Bu on günde tutulacak her oruç bir senenin orucuna denktir. Her gecesini namazla geçirmek de Kadir gecesini değerlendirme gibidir. [İbn Mace, Ebu Davud]
Hz. Peygamber böyle söyleyince, orada bulunan sahabiler: "Ey Allah'ın Resulü! Allah yolundaki cihaddan da mı daha kıymetlidir?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Evet, cihaddan daha kıymetlidir. Ancak canını, malını esirgemeden harbe gidip şehid olan kimsenin cihadı daha kıymetlidir." [Buhari, Tirmizi]
Bayram günü eğlenmek doğru mu?
Bayram günleri sevinç günleri olduğu için, bu sevincin açıkça gösterilmesine vesile olacak meşru oyun ve eğlencelere de müsaade edilmiştir. Bu hususta Müslim'de ayrı bir bölüm ayrılmış ve misaller verilmiştir. Bunlardan birinde Hz. Âişe validemiz şöyle anlatır:
"Bir grup Habeşli, bir bayram günü mızrak ve kalkanlarıyla gösteriler yaparken raks eder gibi oynuyorlardı. Peygamber (sav) beni çağırdı. Başımı onun omzuna dayadım. Bu vaziyette onların harp oyununa bakmaya başladık. Ta onlara bakmaktan ilk vazgeçen ben oluncaya kadar..." [Müslim]
Ancak bayramdaki sevincin gaflete ve peşinden günaha dönüşecek kadar taşkınlığa varmaması lazımdır. Eğlence, meşru dairede olmalı ve günah unsurlarını taşımamalıdır. Bayram günleri, Allah'ın kullarına bir ziyafetidir, bu ziyafet gününde en çok O'nu anmak gerekir.
Bayramlaşma nasıl yapılır?
Saadet Asrında Sahabiler birbirleriyle "Bârekâllâhü lenâ ve leküm" diyerek bayramlaşırlardı, yani: "Allah bizden de, sizden de kabul etsin" dedikleri rivayet edilir. Sahabilerin, tokalaştıkları ve musafaha yaptıkları da rivayet edilmiştir.
Bu tebrikleşme bizim dilimizde "Bayramınız mübarek olsun, bayramınızı kutlu olsun, hayırlı bayramlar" gibi sözlerle ifade edilebilir.
[Kaynak: Mehmet Paksu, Mübarek Aylar, Günler ve Geceler]
Hz. Peygamber'in bayram günü
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz; bayram günü erkenden kalkar, abdest alır, misvak ile dişlerini temizler, güzel kokular sürünür ve bayrama en güzel elbisesi ile giderdi.
İbn-i Ömer'in rivayetiyle: Peygamber efendimizin, pamuktan desenli bir hırkası vardı ve onu her bayramda giyerdi.
İbn-i Mace rivayetiyle: Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz; Ramazan bayramı günü bir şey yemedikçe bayram namazı için evden çıkmaz ve kurban bayramı gününde de namazdan dönmedikçe bir şey yemezdi.
Dönerken, namaza gittiği yoldan başka bir yoldan dönerdi. Karşılaştığı müminlerle bayramlaşır, onlara selam verir tebessüm ederdi.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz; bayram günleri bol bol sadaka verirdi. Milligazete
Senin İsmail’in Hangisi? / Ali Şeriati
"Senin İsmail'in kimdir? Veya nedir?
Makamın mı? Onurun mu? Mevkin mi? Statün mü? Mesleğin mi?
Paran mı? Evin mi? Bağın mı? Otomobilin mi?
Ma'şukun mu? Ailen mi?
İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi?
Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi?
Adın mı? Namın mı? Şöhretin mi?
Canın mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi?
Ben nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin.
Her ne ve kim ise onu sen kendin minaya getirmeli ve Kurban için seçmelisin. Ben sadece onun alametlerini sana söyleyebilirim.
Seni iman yolunda zayıflatan, "gitmek"te olan seni "kalma"ya çağıran, Seni "sorumluluk" yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve alıkoyan, gönül bağlılığı,mesaj işitmene, hakikati itiraf etmene izin vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve aşkı,seni kör eden her şey…
İbrahimsin! Ve İsmaili zaafın seni İblis'in oyuncağı haline getirebilir. Hayatında şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin doruklarında bir tek şey vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu kaybetmemek için bütün İbrahimi kazanımlarını yitirebilirsin:
O İsmailindir. İsmailinin bir şahıs veya başka bir şey olması mümkündür; bir durum bir konum, bir zaaf noktası olması imkan dahilindedir.
Ey "Hakk'a teslim olan", "Allah'ın kulu"!
Hakikatin senden istediği şey, işte budur.
Budur "imanın daveti", "risaletin mesajı".
Bu senin sorumluluğundur, ey "sorumlu insan"!
Ey "İsmail'in babası"!
"İsmail'ini öldür"!
"Kendi ellerinle kurban et"!
Makamın mı? Onurun mu? Mevkin mi? Statün mü? Mesleğin mi?
Paran mı? Evin mi? Bağın mı? Otomobilin mi?
Ma'şukun mu? Ailen mi?
İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi?
Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi?
Adın mı? Namın mı? Şöhretin mi?
Canın mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi?
Ben nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin.
Her ne ve kim ise onu sen kendin minaya getirmeli ve Kurban için seçmelisin. Ben sadece onun alametlerini sana söyleyebilirim.
Seni iman yolunda zayıflatan, "gitmek"te olan seni "kalma"ya çağıran, Seni "sorumluluk" yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve alıkoyan, gönül bağlılığı,mesaj işitmene, hakikati itiraf etmene izin vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve aşkı,seni kör eden her şey…
İbrahimsin! Ve İsmaili zaafın seni İblis'in oyuncağı haline getirebilir. Hayatında şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin doruklarında bir tek şey vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu kaybetmemek için bütün İbrahimi kazanımlarını yitirebilirsin:
O İsmailindir. İsmailinin bir şahıs veya başka bir şey olması mümkündür; bir durum bir konum, bir zaaf noktası olması imkan dahilindedir.
Ey "Hakk'a teslim olan", "Allah'ın kulu"!
Hakikatin senden istediği şey, işte budur.
Budur "imanın daveti", "risaletin mesajı".
Bu senin sorumluluğundur, ey "sorumlu insan"!
Ey "İsmail'in babası"!
"İsmail'ini öldür"!
"Kendi ellerinle kurban et"!
Sevgili Dost / Ali Ural
Sevgili Dost!
Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. Yüzümü yıkarken acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba insan denince hatırlanıyor muyuz?
Sevgili Dost,
İnsan deyince aklıma, Kur'an'ın kalbi "Yasin" geliyor."Yasin" yani "Ey İnsan!"
Önceki gün her taşına üzüntünün ve acının sindiği bir evdeydik."Yasin" okudum. Oğlunu kaybeden anne, kocasını kaybeden gelin, babasını kaybeden çocuklar ve ağabeyini kaybeden dostum dinliyorlardı beni. Ben taziyeye gelmiştim;ama otuz dört yaşında arkasında dört çocuk bırakarak ahirete göç eden birinin yakınları için söylenebilecek her sözün, eksik ve yetersiz olduğunu bildiğimden, önce sustum,sonra "Yasin" okudum. "Yasin" yani "Ey İnsan"
"Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz. Önden gönderdikleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Zaten biz her şeyi apaçık bir kitap olan Levhi Mahfuz'da sayıp yazmışızdır."(Yasin,12) ayetini okurken Zeyd Bin Sabit'in, Enes Bin Malik'e söylediği şu sözü hatırladım:
"EY ENES BİLMEZ MİSİN ADIMLAR YAZILIYOR!"
Montaigne,"Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim" diyerek, insanın istese de gecikemeyeceği en önemli randevusunu hatırlatıyor. Bunun üzerine ajandalarımızı karıştırıp, böyle bir randevumuz olup olmadığına bakıyoruz: Hayır, böyle bir randevu gözükmüyor. Eliot gibi, ölümün ne kadar çok kurbanı olduğunu çok az hatırlıyor ve çok çabuk unutuyoruz:
"Bir kış sabahının kirli sisi altındaLondra Köprüsünden bir kalabalık seli aktıÖlümün bu kadar çok kurbanı olduğunu düşünmemiştim."
Hz.Ömer her sabah kapısına vurup:
"ÖLÜM VAR EY ÖMER!" demesi için adam tutuyor.
Bize "Kelepir daire var!" diyen emlakçılar nasıl hatırlatacak ölümü. Türümüzün en önemli özelliklerinden olan "hafıza" devre dışı kalmaktan,sadece dostların telefonlarını ezberinde tutmaktan ne zaman kurtulacak?
Sevgili Dost,
Öldükten sonra hatırlayacak mısın beni? Neler hatırlatacak ve nasıl hatırlayacaksın? Bir yıl sonra aklına gelecek miyim? Ya beş yıl sonra?
Montana'nın Choteau Kasabası yerlilerinden 75 yaşındaki Billy Miller, on yıldır her sabah 11'de şehre iner, atını hep aynı yere bağlar, bütün gününü arkadaşlarıyla geçirdikten sonra, güneş batarken evine dönermiş. Günün birinde adamcağız ölmüş, atı da çiftlik arazisinde serbest bırakılmış. Miller'in ölümünün ertesi günü saat 11'e doğru atın şehrin yolunu tuttuğu görülmüş. Saat tam 11'de her zaman bağlandığı yere gelen at, bütün gün orada beklemiş ve gün batarken de çiftliğe geri dönmüş. At,bu günlük programını ölünceye kadar tekrarlamış.
Ah vefa!
İnsan türünün en önemli özelliklerinden biriydin sen. Acaba türümüzün başka hangi özelliklerini kaybettik, acaba hangi özelliklerini taşıyoruz; bir at daha göndersen.
Bu sabah kuş sesleriyle uyanıyorum.
Acaba "İnsan" denince hatırlanıyor muyuz?
Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. Yüzümü yıkarken acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba insan denince hatırlanıyor muyuz?
Sevgili Dost,
İnsan deyince aklıma, Kur'an'ın kalbi "Yasin" geliyor."Yasin" yani "Ey İnsan!"
Önceki gün her taşına üzüntünün ve acının sindiği bir evdeydik."Yasin" okudum. Oğlunu kaybeden anne, kocasını kaybeden gelin, babasını kaybeden çocuklar ve ağabeyini kaybeden dostum dinliyorlardı beni. Ben taziyeye gelmiştim;ama otuz dört yaşında arkasında dört çocuk bırakarak ahirete göç eden birinin yakınları için söylenebilecek her sözün, eksik ve yetersiz olduğunu bildiğimden, önce sustum,sonra "Yasin" okudum. "Yasin" yani "Ey İnsan"
"Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz. Önden gönderdikleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Zaten biz her şeyi apaçık bir kitap olan Levhi Mahfuz'da sayıp yazmışızdır."(Yasin,12) ayetini okurken Zeyd Bin Sabit'in, Enes Bin Malik'e söylediği şu sözü hatırladım:
"EY ENES BİLMEZ MİSİN ADIMLAR YAZILIYOR!"
Montaigne,"Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim" diyerek, insanın istese de gecikemeyeceği en önemli randevusunu hatırlatıyor. Bunun üzerine ajandalarımızı karıştırıp, böyle bir randevumuz olup olmadığına bakıyoruz: Hayır, böyle bir randevu gözükmüyor. Eliot gibi, ölümün ne kadar çok kurbanı olduğunu çok az hatırlıyor ve çok çabuk unutuyoruz:
"Bir kış sabahının kirli sisi altındaLondra Köprüsünden bir kalabalık seli aktıÖlümün bu kadar çok kurbanı olduğunu düşünmemiştim."
Hz.Ömer her sabah kapısına vurup:
"ÖLÜM VAR EY ÖMER!" demesi için adam tutuyor.
Bize "Kelepir daire var!" diyen emlakçılar nasıl hatırlatacak ölümü. Türümüzün en önemli özelliklerinden olan "hafıza" devre dışı kalmaktan,sadece dostların telefonlarını ezberinde tutmaktan ne zaman kurtulacak?
Sevgili Dost,
Öldükten sonra hatırlayacak mısın beni? Neler hatırlatacak ve nasıl hatırlayacaksın? Bir yıl sonra aklına gelecek miyim? Ya beş yıl sonra?
Montana'nın Choteau Kasabası yerlilerinden 75 yaşındaki Billy Miller, on yıldır her sabah 11'de şehre iner, atını hep aynı yere bağlar, bütün gününü arkadaşlarıyla geçirdikten sonra, güneş batarken evine dönermiş. Günün birinde adamcağız ölmüş, atı da çiftlik arazisinde serbest bırakılmış. Miller'in ölümünün ertesi günü saat 11'e doğru atın şehrin yolunu tuttuğu görülmüş. Saat tam 11'de her zaman bağlandığı yere gelen at, bütün gün orada beklemiş ve gün batarken de çiftliğe geri dönmüş. At,bu günlük programını ölünceye kadar tekrarlamış.
Ah vefa!
İnsan türünün en önemli özelliklerinden biriydin sen. Acaba türümüzün başka hangi özelliklerini kaybettik, acaba hangi özelliklerini taşıyoruz; bir at daha göndersen.
Bu sabah kuş sesleriyle uyanıyorum.
Acaba "İnsan" denince hatırlanıyor muyuz?
Cenazeme Gelir Misiniz? (bir ölüm rabıtası) / Senai Demirci
Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti. Birden geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne.
Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi. Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana giren, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.
“Daha dün konuşmuştuk ama...” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı.“Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!”
İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım.“Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.”“Rahmetli...” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin.
İki yakasında da eksiğim İstanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların.Hayret!
Ben öldüm bu defa... Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen.
Gitsen de bir gitmesen de bir, bir cenaze olacak cami avlularından birinde...Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim.
Başroldeyim.
Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı... Ben oynayacağım.Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı.... Ben oynayacağım.
Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı... “Adı neydi... Hani..!” diye yokluğu kanıksanacak adamı... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı... Ben oynuyorum bugün...Sahnedeyim.Beklerim.En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.
İşte davetiyen:Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan,her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan,her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren,her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan,doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan,kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan,damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan,ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan,sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan,unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen,güzelliğini aynaların kırıklarında arayan,toprağa girmeye üşenen,uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız senai demirci
doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır!” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.
Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi. Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana giren, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.
“Daha dün konuşmuştuk ama...” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı.“Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!”
İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım.“Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.”“Rahmetli...” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin.
İki yakasında da eksiğim İstanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların.Hayret!
Ben öldüm bu defa... Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen.
Gitsen de bir gitmesen de bir, bir cenaze olacak cami avlularından birinde...Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim.
Başroldeyim.
Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı... Ben oynayacağım.Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı.... Ben oynayacağım.
Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı... “Adı neydi... Hani..!” diye yokluğu kanıksanacak adamı... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı... Ben oynuyorum bugün...Sahnedeyim.Beklerim.En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.
İşte davetiyen:Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan,her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan,her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren,her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan,doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan,kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan,damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan,ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan,sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan,unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen,güzelliğini aynaların kırıklarında arayan,toprağa girmeye üşenen,uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız senai demirci
doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır!” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.
Bir Portre
1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyünde doğan (bugün Nasrettin Hoca Kasabasıdır) Nasrettin Hoca, insanlara doğru yolu gösteren, iyilikleri bildiren, doğruya sevk eden kölüklerden sakındıran bir velidir. Bu işi yaparken tabiatı icabı kendisine has bir yol tutmuştur. Böylece hakkın anlatılması ve cemiyetteki bozuk yönlerin düzeltilmesi için, meseleyi halkın anlayacağı bir dil ve üslub ile, gayet manidar latifeler halinde kısa ve öz olarak dile getirmiştir.
Nükteden uzak bir takım fıkraların onunla bir ilgisi yoktur. Manidar latifeleri önce yakın çevresinde şifai olarak dilden dile dolaşmış, sonraları gitgide yayılmış ve zamanla bir takım değişiklilere uğramıştır. Bu sebeple onun olmayan bayağı fıkralar da Nasrettin hocaya mâl edilerek anlatılmıştır.
Yapılan ilmi çalışmalar, onun ilim ve edep sahibi bir veli olduğunu, söz konusu sıradan basit fıkraları söylemediğini açıkça göstermektedir. Ayrıca, Nasrettin Hocanın efsanevi bir kişi değil, on üçüncü asırda Anabolu Selçukluları zamanında yaşamış salih bir Müslüman olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü nükteleri, bir insanın başından geçen gülünç hadiselerin ifadesi değil, görünüşte gülünç, aslında ince hikmetleri dile getiren, düşündürücü latifelerdir. Ayrıca Türk milletinin zeka inceliğini, nükte gücüne en iyi şekilde yansıtan bu nüktelerin belirli vasfı; Allah’ü Tealanın emir ve yasaklarını latif bir üslup ile bildirmesidir.
Nasrettin Hoca fıkraları, batı dillerine de çevrilmiş ve bu dillerde Hoca hakkında mühim neşriyatlar yapılmıştır.
Bu latifelerin toplandığı eserlerden biri Londra British Museum’dadır.
Testi
Nasrettin Hoca, oğlunu çeşmeye gönderecekmiş. Testiyi eline verdikten sonra oğlunun kulağını çekmiş. Sonra da:-Sakın testiyi kırma! diye bağırmış. Bu durumu görenler: -Ne yapıyorsun Hoca Efendi demişler. Çocuk testiyi kırmış değil ki... Hiç suçu olmayan çocuğu ne diye azarlıyorsun Hoca:-Testi kırıldıktan sonra iş işten geçmiş olur demiş.
Nükteden uzak bir takım fıkraların onunla bir ilgisi yoktur. Manidar latifeleri önce yakın çevresinde şifai olarak dilden dile dolaşmış, sonraları gitgide yayılmış ve zamanla bir takım değişiklilere uğramıştır. Bu sebeple onun olmayan bayağı fıkralar da Nasrettin hocaya mâl edilerek anlatılmıştır.
Yapılan ilmi çalışmalar, onun ilim ve edep sahibi bir veli olduğunu, söz konusu sıradan basit fıkraları söylemediğini açıkça göstermektedir. Ayrıca, Nasrettin Hocanın efsanevi bir kişi değil, on üçüncü asırda Anabolu Selçukluları zamanında yaşamış salih bir Müslüman olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü nükteleri, bir insanın başından geçen gülünç hadiselerin ifadesi değil, görünüşte gülünç, aslında ince hikmetleri dile getiren, düşündürücü latifelerdir. Ayrıca Türk milletinin zeka inceliğini, nükte gücüne en iyi şekilde yansıtan bu nüktelerin belirli vasfı; Allah’ü Tealanın emir ve yasaklarını latif bir üslup ile bildirmesidir.
Nasrettin Hoca fıkraları, batı dillerine de çevrilmiş ve bu dillerde Hoca hakkında mühim neşriyatlar yapılmıştır.
Bu latifelerin toplandığı eserlerden biri Londra British Museum’dadır.
Testi
Nasrettin Hoca, oğlunu çeşmeye gönderecekmiş. Testiyi eline verdikten sonra oğlunun kulağını çekmiş. Sonra da:-Sakın testiyi kırma! diye bağırmış. Bu durumu görenler: -Ne yapıyorsun Hoca Efendi demişler. Çocuk testiyi kırmış değil ki... Hiç suçu olmayan çocuğu ne diye azarlıyorsun Hoca:-Testi kırıldıktan sonra iş işten geçmiş olur demiş.
İLGİNÇ!!!
İlginç!
İnsan ajandasında bir dini toplantı için zaman bulamaz ama dünyalık işler için çok zaman bulur…
İlginç!
İnsan konserde ilk sıralarda olmak için çaba sarf eder ama camide ilk sıralarda olmak için çaba sarf etmez…
-KIRKAMBAR-
Kısa… Kısa…
İlk vahiy Hira Mağarasında gelmiştir.
Ağaç kovuğunda şehit edilen peygamber Hz. Zekeriyya(a.s.)dır.
Mısır’a hükümdar olan peygamber Hz. Yusuf(a.s.)dır.
Namaza başlarken elleri kaldırmak Sünnettir.
Rumeli Hisarını Fatih Sultan Mehmet, Anadolu Hisarını Yıldırım Beyazıt yaptırmıştı.
Miracın en büyük hediyesi 5 vakit namazdır.
Ramazan hicri takvimin 9. ayıdır.
Muharrem hicri yılın 1. ayırdır.
Medyen kavmine peygamber olarak Hz. Şuayb (a.s.) gönderilmiştir.
Neden? Niçin? Nasıl?
Suyun Altında Niçin Bulanık Görürüz?
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki, gözümüzün önünde deniz gözlüğünün içindeki hava olmadıkça, suyun içinde görme işlevinde bir aksama olmaktadır. Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu mercek olmadan gözümüz ışığı alıp, arka taraftaki retina tabakasına odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade, görüntünün ince ayarını yapan basit bir mercektir. Işık, havadan suya veya prizmanın içinden geçerken olduğu gibi, farklı yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayarlanmıştır ki, gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada odaklaşır. Işığın sudaki hızı, gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık, havadan gelecek ışığa göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kırılmaz, görüntü retinada tam odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz. Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir boşluk bırakırsak, sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.
Bunları Biliyor musunuz?
Timsahların dilleri damaklarındadır.
Develerin 3 tane kaşı vardır.
Soğan doğrarken sakız çiğnemek göz yaşarmasını önler.
Bir fil, hortumunda bir defâda 6 litre kadar su tutabilir.
kaptan Cook, Antartika hariç bütün kıtalara ayak basan ilk insandır.
Ortalama bir buzdağının ağırlığı 20 milyon tondur.
Elma, insanları uyanık tutma açısından en verimli kafein kaynağıdır.
Kıta isimlerinin hepsi ayni harfle başlayıp ayni harfle biter.
Bir karınca kendi ağırlığının elli katı ağırlığı kaldırabilir.
İlk vahiy Hira Mağarasında gelmiştir.
Ağaç kovuğunda şehit edilen peygamber Hz. Zekeriyya(a.s.)dır.
Mısır’a hükümdar olan peygamber Hz. Yusuf(a.s.)dır.
Namaza başlarken elleri kaldırmak Sünnettir.
Rumeli Hisarını Fatih Sultan Mehmet, Anadolu Hisarını Yıldırım Beyazıt yaptırmıştı.
Miracın en büyük hediyesi 5 vakit namazdır.
Ramazan hicri takvimin 9. ayıdır.
Muharrem hicri yılın 1. ayırdır.
Medyen kavmine peygamber olarak Hz. Şuayb (a.s.) gönderilmiştir.
Neden? Niçin? Nasıl?
Suyun Altında Niçin Bulanık Görürüz?
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki, gözümüzün önünde deniz gözlüğünün içindeki hava olmadıkça, suyun içinde görme işlevinde bir aksama olmaktadır. Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu mercek olmadan gözümüz ışığı alıp, arka taraftaki retina tabakasına odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade, görüntünün ince ayarını yapan basit bir mercektir. Işık, havadan suya veya prizmanın içinden geçerken olduğu gibi, farklı yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayarlanmıştır ki, gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada odaklaşır. Işığın sudaki hızı, gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık, havadan gelecek ışığa göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kırılmaz, görüntü retinada tam odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz. Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir boşluk bırakırsak, sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.
Bunları Biliyor musunuz?
Timsahların dilleri damaklarındadır.
Develerin 3 tane kaşı vardır.
Soğan doğrarken sakız çiğnemek göz yaşarmasını önler.
Bir fil, hortumunda bir defâda 6 litre kadar su tutabilir.
kaptan Cook, Antartika hariç bütün kıtalara ayak basan ilk insandır.
Ortalama bir buzdağının ağırlığı 20 milyon tondur.
Elma, insanları uyanık tutma açısından en verimli kafein kaynağıdır.
Kıta isimlerinin hepsi ayni harfle başlayıp ayni harfle biter.
Bir karınca kendi ağırlığının elli katı ağırlığı kaldırabilir.
02 Ekim, 2009
Hz. Fatıma: Peygamberin Kızı Olmak / Ali Ural
Güneş, yakın yıldızlarını biraz daha yaklaşmaya çağırdı kendine. Sonra abasının kanatlarını açıp şefkatle sardı onları. Olacak gibi değil ama oldu, güneş sisteminin en parlak yıldızları bir örtünün altında toplandılar. Dudakları kilitlendi heyecandan. Nefesleri kalp çekicinin altında şekilden şekle girdi. Işıklarını aldıkları kaynağa bu kadar yakın olmamışlardı hiç. Aynı abanın altında olmak, evrendeki değerlerini yeniden belirlemişti. Yalnız onlar değil, bütün kâinat nefesini tutmuş güneşin dudaklarının kımıldamasını bekliyordu. Ve güneşin dudakları kıpırdadı : " Allahım! Bunlar benim Ehl-i beytimdir; onları kötülüklerden koru ve kendilerini tertemiz kıl!" Bu duayı işiten yıldızlar sevinçle sokuldular güneşlerine. Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Peygamberin abasının altında gülümsediler. Bu âile fotoğrafı, albümlerinin ilk sayfasını süsledi inananların. Zira bu sayfaya bakmadan öteki sayfaları anlamak imkânsızdı. Bu fotoğrafta Son Peygamber; hem baba, hem dede, hem kayınpederdi. Bu fotoğrafta Ali; hem eş, hem baba, hem damattı. Bu fotoğrafta Hasan ve Hüseyin; hem oğul, hem torundular. Bu fotoğrafta Fâtıma; hem anne, hem eş, hem çocuktu.
Çocuktu ve yapılanları anlayamıyordu. Koşuyor ve küçük elleriyle babasının sırtına atılan pislikleri temizlemeye çalışıyordu. Nasıl yaparlardı bunu! Hem de Kâbe'nin karşısında secdedeyken! Ondan daha temizi yokken nasıl yaparlardı! Fâtıma, babasının mübarek sırtına konulan deve işkembesini tuttuğu gibi fırlattı müşriklere. Son Peygamber namazını bitirip ellerini göğe kaldırdı. "Allah'ım Kureyş'i sana havale ediyorum!"dedi üç kez. Sonra sarıldı Fâtıma'ya. " Babasının Anası" diye sevdiği cana. Öptü yanaklarından, başını okşadı. Fâtıma ne kadar başkaydı! Peygamberlik gelmeden bir sene önce vermişti Yaradan onu. En küçük kızıydı Nebî'nin. Aydınlık yüzlü bir kız! Bu yüzden "Zehrâ" dendi ona. Sonra büyüdü, genç kız oldu. İffetli bir kız! Bu yüzden "Betül" dendi ona.
Betül'ü eş olarak istediler Son Peygamber'den. O Ali'ye layık gördü. Hz. Ali, Bedir Savaşı'nda ganimetten payına düşen zırhı satarak mehrini verebildi Hz. Fâtıma'nın. Çeyize gelince, hiçbir gelin onun kadar kanaatkâr olmadı; içi hurma lifi doldurulmuş deri bir yastık, iki el değirmeni, deriden yapılma iki su kabı... Bu kaplarla su verecekti birer yıl arayla dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e, bu kaplarla Uhud'ta gazilere su taşıyacaktı. Ne müthiş bir gündü o! Yalnız beraberindeki on hanımla beraber su ve yiyecek taşımıyor, hemşirelik de yapıyordu o büyük sınavda. Bir zamanlar babasının sırtını temizlemeye çalışan küçük eller büyümüş, bu kez babasının kanını dindirmeye çalışıyordu külle.
Rasûlullah'ın göz bebeğiydi o. Kendisini her bakımdan örnek alan, konuşmasıyla, hayasıyla, yürüyüşüyle bir peygamber kızı olduğunu gösteren Fâtıma'nın üzerine titrerdi Allah'ın elçisi. Yolculuğa çıkarken biraz daha fazla görebilmek için en son onunla vedalaşır, yolculuktan döndüğünde ise özlemle ilk olarak ona koşardı. Fâtıma'yı görmek "sevinç" demekti Son Peygamber için. Evine geldiğinde ayakta karşılardı onu.
Can parçasının yanaklarından öper, sonra elinden tutup kendi yerine oturturdu. Fâtıma'nın evini ziyaret etmek ise ayrı bir sevinçti O'nun için. Çünkü o evde damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin de vardı. Hepsi yarışırdı Muhammed (sav) muhabbetinde. Her seferinde damadıyla kızının arasına oturur, yalnız kaldıklarında "Beni daha çok seviyor!" diye tatlı tatlı çekiştiklerinden haberdar dengeyi sağlardı aralarında.
Hz. Peygamber her işte bir orta yol, bir denge gözetirdi. Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmemişti. "Kızım Fâtıma bile yapmış olsa uygularım," diyerek sosyal statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıkar, hukukun üstünlüğünü savunurdu. Sevgili kızı ve damadının bir hizmetçiye ihtiyaç duyduklarını söylemeleri üzerine, bu isteklerinden kendilerinden daha yoksul olan "Ehl-i Suffe" adına feragat etmelerini talep etmiş, bunun yerine yatmadan önce her gece otuz üçer defa "Sübhanallah", "Elhamdulillah" ve " Allahuekber" demelerini salık vererek, bunun bir hizmetçiden daha çok kendilerine yardım edeceğini hatırlatmıştı.
Ah ayrılık vaktinin geldiğini can parçasına nasıl da hatırlatmıştı! Kur'ân-ı Kerîm'i Cebrâil (a.s.)'la yılda bir kez karşılıklı okuyorlardı ama son sene iki kere bir araya gelmişlerdi. Ayrılığa bir işaret sayılabilirdi bu. Hz. Fâtıma bu sözleri duyar duymaz gözyaşlarına boğulmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber, kendisine ailesinden ilk olarak onun kavuşacağını söyleyerek teselli etmişti onu. Ölümle teselli olur mu! Kavuşulacak olan Son Peygamberse olur elbette. Ah nasıl üzülmüştü ayrılık vaktine Fâtıma! Ah nasıl sevinmişti adı "ölüm" olsa bile buluşma vaktine...
"Fâtıma benim parçamdır," demişti Hz. Peygamber. Hastalığı ağırlaşıp parçasından ayrılma vakti yaklaştığında Fâtıma "Ah babacığım! Vay babamın başına gelenler!"diyerek gözyaşı dökmeye başlamış, Kâinatın Efendisi, "Bugünden sonra baban hiç dert çekmeyecek güzel yavrum!" diye son kez teselli etmişti onu. Sonunda vakit gelmiş, gözler yeniden yaşlarıyla birleşmiş can parçasının dilinden şu sözler dökülmüştü: "Babacığım Rab Teâlâ çağırdı ve hemen koştun! Firdevs cenneti senin yurdundur şimdi! Cebrâil'e teslim ettik seni!" Ah sevgi! Neler söyletiyor Fâtıma anamıza definden sonra: " Rasûlullah'ın üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı! Nasıl razı oldu gönlünüz!" Hz. Fâtıma'nın gönlü uzun bir ayrılığa razı olmadı. Babasının müjdesi bu sözleri söyledikten beş buçuk ay sonra gerçekleşti. "Fâtıma benim bir parçamdır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur," demişti Nebî. Aylar binek olup taşımıştı Fâtıma'yı Ramazan'a. Ve Ramazan'da parça aslıyla bütünleşmişti.
Çocuktu ve yapılanları anlayamıyordu. Koşuyor ve küçük elleriyle babasının sırtına atılan pislikleri temizlemeye çalışıyordu. Nasıl yaparlardı bunu! Hem de Kâbe'nin karşısında secdedeyken! Ondan daha temizi yokken nasıl yaparlardı! Fâtıma, babasının mübarek sırtına konulan deve işkembesini tuttuğu gibi fırlattı müşriklere. Son Peygamber namazını bitirip ellerini göğe kaldırdı. "Allah'ım Kureyş'i sana havale ediyorum!"dedi üç kez. Sonra sarıldı Fâtıma'ya. " Babasının Anası" diye sevdiği cana. Öptü yanaklarından, başını okşadı. Fâtıma ne kadar başkaydı! Peygamberlik gelmeden bir sene önce vermişti Yaradan onu. En küçük kızıydı Nebî'nin. Aydınlık yüzlü bir kız! Bu yüzden "Zehrâ" dendi ona. Sonra büyüdü, genç kız oldu. İffetli bir kız! Bu yüzden "Betül" dendi ona.
Betül'ü eş olarak istediler Son Peygamber'den. O Ali'ye layık gördü. Hz. Ali, Bedir Savaşı'nda ganimetten payına düşen zırhı satarak mehrini verebildi Hz. Fâtıma'nın. Çeyize gelince, hiçbir gelin onun kadar kanaatkâr olmadı; içi hurma lifi doldurulmuş deri bir yastık, iki el değirmeni, deriden yapılma iki su kabı... Bu kaplarla su verecekti birer yıl arayla dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e, bu kaplarla Uhud'ta gazilere su taşıyacaktı. Ne müthiş bir gündü o! Yalnız beraberindeki on hanımla beraber su ve yiyecek taşımıyor, hemşirelik de yapıyordu o büyük sınavda. Bir zamanlar babasının sırtını temizlemeye çalışan küçük eller büyümüş, bu kez babasının kanını dindirmeye çalışıyordu külle.
Rasûlullah'ın göz bebeğiydi o. Kendisini her bakımdan örnek alan, konuşmasıyla, hayasıyla, yürüyüşüyle bir peygamber kızı olduğunu gösteren Fâtıma'nın üzerine titrerdi Allah'ın elçisi. Yolculuğa çıkarken biraz daha fazla görebilmek için en son onunla vedalaşır, yolculuktan döndüğünde ise özlemle ilk olarak ona koşardı. Fâtıma'yı görmek "sevinç" demekti Son Peygamber için. Evine geldiğinde ayakta karşılardı onu.
Can parçasının yanaklarından öper, sonra elinden tutup kendi yerine oturturdu. Fâtıma'nın evini ziyaret etmek ise ayrı bir sevinçti O'nun için. Çünkü o evde damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin de vardı. Hepsi yarışırdı Muhammed (sav) muhabbetinde. Her seferinde damadıyla kızının arasına oturur, yalnız kaldıklarında "Beni daha çok seviyor!" diye tatlı tatlı çekiştiklerinden haberdar dengeyi sağlardı aralarında.
Hz. Peygamber her işte bir orta yol, bir denge gözetirdi. Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmemişti. "Kızım Fâtıma bile yapmış olsa uygularım," diyerek sosyal statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıkar, hukukun üstünlüğünü savunurdu. Sevgili kızı ve damadının bir hizmetçiye ihtiyaç duyduklarını söylemeleri üzerine, bu isteklerinden kendilerinden daha yoksul olan "Ehl-i Suffe" adına feragat etmelerini talep etmiş, bunun yerine yatmadan önce her gece otuz üçer defa "Sübhanallah", "Elhamdulillah" ve " Allahuekber" demelerini salık vererek, bunun bir hizmetçiden daha çok kendilerine yardım edeceğini hatırlatmıştı.
Ah ayrılık vaktinin geldiğini can parçasına nasıl da hatırlatmıştı! Kur'ân-ı Kerîm'i Cebrâil (a.s.)'la yılda bir kez karşılıklı okuyorlardı ama son sene iki kere bir araya gelmişlerdi. Ayrılığa bir işaret sayılabilirdi bu. Hz. Fâtıma bu sözleri duyar duymaz gözyaşlarına boğulmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber, kendisine ailesinden ilk olarak onun kavuşacağını söyleyerek teselli etmişti onu. Ölümle teselli olur mu! Kavuşulacak olan Son Peygamberse olur elbette. Ah nasıl üzülmüştü ayrılık vaktine Fâtıma! Ah nasıl sevinmişti adı "ölüm" olsa bile buluşma vaktine...
"Fâtıma benim parçamdır," demişti Hz. Peygamber. Hastalığı ağırlaşıp parçasından ayrılma vakti yaklaştığında Fâtıma "Ah babacığım! Vay babamın başına gelenler!"diyerek gözyaşı dökmeye başlamış, Kâinatın Efendisi, "Bugünden sonra baban hiç dert çekmeyecek güzel yavrum!" diye son kez teselli etmişti onu. Sonunda vakit gelmiş, gözler yeniden yaşlarıyla birleşmiş can parçasının dilinden şu sözler dökülmüştü: "Babacığım Rab Teâlâ çağırdı ve hemen koştun! Firdevs cenneti senin yurdundur şimdi! Cebrâil'e teslim ettik seni!" Ah sevgi! Neler söyletiyor Fâtıma anamıza definden sonra: " Rasûlullah'ın üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı! Nasıl razı oldu gönlünüz!" Hz. Fâtıma'nın gönlü uzun bir ayrılığa razı olmadı. Babasının müjdesi bu sözleri söyledikten beş buçuk ay sonra gerçekleşti. "Fâtıma benim bir parçamdır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur," demişti Nebî. Aylar binek olup taşımıştı Fâtıma'yı Ramazan'a. Ve Ramazan'da parça aslıyla bütünleşmişti.
Mantıku't-Tayr / Ferudiddin Attar
“Rızkını arayan bir sinek dolaşıp dururken bir köşede duran bal küpünü gördü. Balın arzusuyla gönlü elinden gitti. Coştu, köpürdü, feryada başladı; 'Nerede bir er ki' dedi, 'Benden bir arpa alsın da o küpe atılmamı sağlasın. Vuslat böyle meyve verir mi bir daha? Baldan daha iyi ne var ki dünyada?'
Birisi sineğin muradını yerine getirdi. Küpün ağzını açtı, sinek de aralıktan içeri süzülüverdi. Fakat bala konmasıyla yapışması bir oldu. Kurtulmak istedikçe daha çok yapıştı sinek, sıçramaya çalıştıkça daha fazla daldı.
Feryat etti: 'Beni bu bal kahretti, zehirden beter oldu. Demin bir arpa verdim, şimdi iki arpa vereceğim. Yeter ki birisi çıksın da beni şu beladan kurtarsın.' Bu vadiye aklı başında olan erden başkası girmemeli. Giren de bir an bile aylak durmamalı.
Ey gaflet içindeki gönül, kalk! Bu aşılması güç vadiyi aş. Uç, kol kanat aç, candan gönülden alakanı kes. Çünkü bu yola canla, gönülle giren gafildir. Sen de gafil olma! Canını yola saç, gönlünü feda et. Yoksa istisna ile işi değiştirirler.”
***
“Bir gece pervane böcekleri toplanmış, bir mumu nasıl bulabileceklerini tartışıyorlardı. İçlerinden biri dedi ki: 'Hepimiz birden gidip boşuna yorulmayalım. Birimiz gidip mum bulsun, sonra bize gelip haber versin.'
Bir pervaneyi seçip gönderdiler. Gönderdikleri pervane böceği uzakta bir köşk, köşkün içinde de apaydın bir mum gördü, döndü geri geldi. Gördüğü, anladığı kadarıyla mumu anlatmaya çalıştı.
O topluluğun içinde yaşlı bir pervane de vardı. Gönderilen pervaneyi kınadı, 'Senin mumdan haberin bile yok' dedi.
İkinci bir pervaneyi gönderdiler. Bu seferki, kendini muma şöyle bir attı, sonra etrafında dönüp geri geldi. Mumdan bahsetti, ona nasıl kavuştuğunu anlattı. Yaşlı pervane onun da sözünü kesti; 'Azizim, senin bu anlattığın da mum değil. Sen de öbürüne benziyorsun, anlamadığın şeyi nasıl anlatacaksın?'
Son gönderdikleri pervane ise mumu görünce sarhoş oldu adeta. Sevinçle ateşe atıldı, ateş tepeden tırnağa sardı onu. Bütün vücudu kıpkırmızı oldu. Diğerlerini kınayan yaşlı pervane uzaktan mumun bu pervaneyi onurlandırıp kendi rengine boyadığını görünce, 'İşte bu işi yalnız o başardı' dedi. 'Kim nerden bilsin, mumdan yalnız onun haberi var.'
Bu dünyada gerçeği bulan; her şeyden vazgeçen, dünyadan bihaber kişidir. Sen de candan, cisimden uzaklaş ki canana yaklaşasın.
Birisi sineğin muradını yerine getirdi. Küpün ağzını açtı, sinek de aralıktan içeri süzülüverdi. Fakat bala konmasıyla yapışması bir oldu. Kurtulmak istedikçe daha çok yapıştı sinek, sıçramaya çalıştıkça daha fazla daldı.
Feryat etti: 'Beni bu bal kahretti, zehirden beter oldu. Demin bir arpa verdim, şimdi iki arpa vereceğim. Yeter ki birisi çıksın da beni şu beladan kurtarsın.' Bu vadiye aklı başında olan erden başkası girmemeli. Giren de bir an bile aylak durmamalı.
Ey gaflet içindeki gönül, kalk! Bu aşılması güç vadiyi aş. Uç, kol kanat aç, candan gönülden alakanı kes. Çünkü bu yola canla, gönülle giren gafildir. Sen de gafil olma! Canını yola saç, gönlünü feda et. Yoksa istisna ile işi değiştirirler.”
***
“Bir gece pervane böcekleri toplanmış, bir mumu nasıl bulabileceklerini tartışıyorlardı. İçlerinden biri dedi ki: 'Hepimiz birden gidip boşuna yorulmayalım. Birimiz gidip mum bulsun, sonra bize gelip haber versin.'
Bir pervaneyi seçip gönderdiler. Gönderdikleri pervane böceği uzakta bir köşk, köşkün içinde de apaydın bir mum gördü, döndü geri geldi. Gördüğü, anladığı kadarıyla mumu anlatmaya çalıştı.
O topluluğun içinde yaşlı bir pervane de vardı. Gönderilen pervaneyi kınadı, 'Senin mumdan haberin bile yok' dedi.
İkinci bir pervaneyi gönderdiler. Bu seferki, kendini muma şöyle bir attı, sonra etrafında dönüp geri geldi. Mumdan bahsetti, ona nasıl kavuştuğunu anlattı. Yaşlı pervane onun da sözünü kesti; 'Azizim, senin bu anlattığın da mum değil. Sen de öbürüne benziyorsun, anlamadığın şeyi nasıl anlatacaksın?'
Son gönderdikleri pervane ise mumu görünce sarhoş oldu adeta. Sevinçle ateşe atıldı, ateş tepeden tırnağa sardı onu. Bütün vücudu kıpkırmızı oldu. Diğerlerini kınayan yaşlı pervane uzaktan mumun bu pervaneyi onurlandırıp kendi rengine boyadığını görünce, 'İşte bu işi yalnız o başardı' dedi. 'Kim nerden bilsin, mumdan yalnız onun haberi var.'
Bu dünyada gerçeği bulan; her şeyden vazgeçen, dünyadan bihaber kişidir. Sen de candan, cisimden uzaklaş ki canana yaklaşasın.
Başörtüsü Teferruat mıdır? / Esad Coşan
Başörtüsü teferruat değildir, Allah'ın emirlerinden bir emirdir. Allah'ın emirlerinin hepsi muhteremdir.
İslâmî ölçülere göre kapanmayan, sadece namaz kılarken örtünen ve buna rağmen kalbim temiz diyen hanımlar için öğüt verip, tavsiyede bulunur musunuz?
Kalbin temizliği kuru bir iddiadır. Kimsenin kalbi temiz değildir, nice fitne fesat düşünceler vardır. İnsan yalnız kaldı mı, neler getirir şeytan aklına... Öyle kalp temizliği, palavradır. Kalp temizliği lafla olmaz.
Kalbin temizliği ahlâkla olur, ibadetle olur, tâatle olur. Onun için, "Benim kalbim temizdir." demek yetmez. Namaz kılarken örtünüyormuş, namaz kılıyormuş; güzel... Namaz kılmak iyi bir şeydir. Demek ki, iyi bir şeyi yaparken örtünüyor. O halde, namaz kılarken örtünüp de sair zaman açınmak yanlıştır. Allah'ın emrini tutması lâzım, kapanması lâzım!..
Peki, kapanmıyorsa ne olacak?
Ordan sevap alır, burdan günah alır. Sevabı günahı ahirette tartılır, nereyi kazanmışsa oraya götürür. Ama sanırım ki, iyi bir sonuca götürmez. Çünkü bu iş şakaya gelmez, tezatlı hayat olmaz. İnsan müslümanlığı tam uygulamalı! İslâm'ı bir bölgede uygulamak, diğer bölgede uygulamamak; İslâm'ı bir zamanda uygulamak, öteki zamanda uygulamamak olmaz. Camide müslüman, dışarda değil; ramazanda müslüman, çıkınca değil; Türkiye'de müslüman, Avrupa'da değil... Böyle şey olmaz! Her yerde müslüman olacak insan, her yerde iyi kul olacak.
Örtünmenin şekli: Şeffaf olmayacak, altı görünmeyecek... Bol olacak, uzuvları belli olmayacak... Altı görünürse sayılmıyor, uzuvları belli olursa sayılmıyor.
Kimisi çok güzel bol manto giyiyor, abâye giyiyor... Başını çok güzel örtüyor. Başından omuzuna başörtüsü güzelce örttüğü için, ne boynu görünüyor, ne başka bir yeri belli oluyor. Çok güzel kıyafet oluyor. Bunların hepsi güzeldir.
İslâmî ölçülere göre kapanmayan, sadece namaz kılarken örtünen ve buna rağmen kalbim temiz diyen hanımlar için öğüt verip, tavsiyede bulunur musunuz?
Kalbin temizliği kuru bir iddiadır. Kimsenin kalbi temiz değildir, nice fitne fesat düşünceler vardır. İnsan yalnız kaldı mı, neler getirir şeytan aklına... Öyle kalp temizliği, palavradır. Kalp temizliği lafla olmaz.
Kalbin temizliği ahlâkla olur, ibadetle olur, tâatle olur. Onun için, "Benim kalbim temizdir." demek yetmez. Namaz kılarken örtünüyormuş, namaz kılıyormuş; güzel... Namaz kılmak iyi bir şeydir. Demek ki, iyi bir şeyi yaparken örtünüyor. O halde, namaz kılarken örtünüp de sair zaman açınmak yanlıştır. Allah'ın emrini tutması lâzım, kapanması lâzım!..
Peki, kapanmıyorsa ne olacak?
Ordan sevap alır, burdan günah alır. Sevabı günahı ahirette tartılır, nereyi kazanmışsa oraya götürür. Ama sanırım ki, iyi bir sonuca götürmez. Çünkü bu iş şakaya gelmez, tezatlı hayat olmaz. İnsan müslümanlığı tam uygulamalı! İslâm'ı bir bölgede uygulamak, diğer bölgede uygulamamak; İslâm'ı bir zamanda uygulamak, öteki zamanda uygulamamak olmaz. Camide müslüman, dışarda değil; ramazanda müslüman, çıkınca değil; Türkiye'de müslüman, Avrupa'da değil... Böyle şey olmaz! Her yerde müslüman olacak insan, her yerde iyi kul olacak.
Örtünmenin şekli: Şeffaf olmayacak, altı görünmeyecek... Bol olacak, uzuvları belli olmayacak... Altı görünürse sayılmıyor, uzuvları belli olursa sayılmıyor.
Kimisi çok güzel bol manto giyiyor, abâye giyiyor... Başını çok güzel örtüyor. Başından omuzuna başörtüsü güzelce örttüğü için, ne boynu görünüyor, ne başka bir yeri belli oluyor. Çok güzel kıyafet oluyor. Bunların hepsi güzeldir.
-Bekleme Odası- / Hikaye
Özel şoförüyle işine gidiyordu; yine sabah, şehir, trafik, yine yoğun iş temposu, gün, hafta ve aylarının içindeydi. İyi kullanılan vakit onun için kolaylaşıp, genişliyordu. Belirli bir düzene girmiş, sürekli yapılan işten sıkılmıyor haz alıyordu. Çalışmak; para ve zenginliğin dışında, gün içinde yaşanan bir meditasyon, akıl ve gücün varlığını hissetmekti. Yarına bırakılmış işi, ertelenmiş randevusu olmazdı. Dakikası aksatılmayan böyle bir hayatın karşılığı da elbette ki başarıydı. Rahat lüks otomobil, havalı laci takım, kol düğmeli beyaz gömlek, tozun yanaşamadığı ayakkabılarda bu kazancın yalnız görünen kısmıydı.
Şoförün gözü yolda ve dikiz aynasındaydı. Önce sarının ardından kırmızının yandığını gördüğünde ayağını frene uzattı.
Otomobilin geniş ve rahat arka koltuğunda, elbette ki trafikle değil elindeki dosyalarla meşguldü. Başını kaldırdığında, pencerenin önündeki şehri ve sabahı gördü. Güneş evleri bakıra boyamış, kor halinde denize akıyordu. Balıkçıların sırtları iki büklüm, oltalarının ucuna takılmışlardı. Geceden kalma sis geldiği yere gidiyor, simitçi susam kokulu kahvaltı sunuyordu.
İşini unutmuş bu sıcak hayatı seyrederken, yataklarını ve rüyalarını özleyen dalgın yüzler arasında, gözlerinin ta içine bakan dilenciyi fark etti. Kaldırımda, elleri iki yana salınmış, öylece duruyordu. Kılığına uymayan dik duruşu, yüzünde korkusuz bir ifade vardı. Gözleri ne kadar derin ve karaydı, sanki kendisini, arabasının penceresinden çekip içine alacakmış gibi.
Delikanlı kararlıydı, hiç gözünü kaçırmıyor, elini uzatmak için en uygun anı bekliyordu. Adam sinirli ve tedirgindi. Ansızın nereden çıktığını düşünürken, ondan önce davranıp gardını aldı. Umursamaz başını çevirip dikiz aynasından şoföre işaret etti. Genç elini uzatırken, araç hızla uzaklaşıyor ve lamba da hâlâ kırmızı yanıyordu.
<><><><><>
Arabadan indi. Görevli, binanın kapısını açıp onu buyur etti. Karşılaştığı arkadaşlarıyla selamlaşıp asansöre yöneldi. On birinci kata çıkacaktı. Asansör geldi, adam kabine girdi. Düğmeye bastı. Önce dış kapı, ardından iç kapı kapandı.
Zihni yine meşguldü. Saatine baktı. Toplantıdan önce hazırlık için biraz vakti vardı. Ondan sonra ki randevusunu düşünürken asansör birden durdu. İçeri birinin gireceğini düşündü. Kapıya baktı, kimse yoktu. Gösterge beşinci kattı gösteriyordu. Sonra yine hareket etti. Çantasını öbür eline geçirirken söylenmeyi ihmal etmedi. On birinci kata geldiğinde, aceleyle çıkıp, ofisine yöneldi. Asansörün kapısı kapandı.
Ortalık bir anda zifiri karanlık oldu. Aydınlığa alışmış olan gözleri, hiçbir şeyi seçemedi. “Elektrik mi kesik? Biri ışığı yaksın,” dedi. Ama hiç ses yoktu. Gündüz vakti koridorun bu kadar karanlık olmayacağı aklına geldi. Geriye döndü. Asansör düğmesinin kırmızı ışığını gördü. Ok işareti yukarıyı gösteriyor ve meşgul yazıyordu. Bodrum katına inmiş olduğunu anladı. Nasıl böyle bir hata olmuştu. Kendi kendine söylendi.
Çağrı düğmesine bastı. Birazdan yukarı çıkacağını ve işine koyulacağını düşündü. Fakat kırmızı renkteki sayılar sürekli artıyordu. Beş, altı, yedi, durdu. Adam, asansörün aşağı ineceğini düşünerek sevindi, ama ok işareti yine aynı yönü gösteriyordu. Sekiz, dokuz, on.
Asansörden hayır yoktu. Merdiveni ya da bahçe kapısını kullanıp bir an önce buradan çıkmak aklına geldi. Arkasını dönüp sonsuzmuş gibi görünen karanlığa baktı. Az önceki güneşli havanın aydınlığı bir an yüzünde yansıdı. Ayağını sürüyerek bir adım attı, sonra ikincisini. Ellerini uzattı. Boşluğu, bir cisim gibi kavramaya çalışan ellerinin soğukluğunu hissetti. Karanlık kendisini içine almış, her tarafına nüfuz ediyordu. Bataklık gibiydi, bedeninde ağırlığını hissettiriyordu. İlerledikçe sanki daha derine gidecekti. Ağır bir rutubet kokusu vardı. Bu kara balçık vücudunda terleten bir nöbete dönüşüyor, yapışkanlığını yavaş yavaş arttırıyordu. Çıkışı ararken saklamaya çalıştığı korkuyu bir yerlerde bulmaktan çekiniyordu. Sağ taraftan hafif bir serinlik geldi. İleride bir çıkış olabileceğini düşündü. Yürümeye çalıştı ama ayağı takıldı. İsteksizce sol tarafa döndü. Zihninde, sıkıntı, korku ve sesi duyulmayan bir çığlık aktı. Karanlık bedenini sıktı.
Şimdi arkadaşları işe koyulmuş, geç kalmasını da, saatin çalmayışına ya da trafiğin sıkışıklığına yoruyor olmalıydılar. Böyle bir şeyin olduğu (kendisi de dâhil) hiç birinin aklına gelmezdi.
Gözü patronunun yerinde olan yardımcı, onun yokluğundan yararlanıp, işe el atmış mıydı? Bugünkü toplantıya yoksa o açık göz mü gidecekti? Kimsenin onun yerini almasına izin veremezdi. Hemen buradan kurtulup, işinin başına dönmeliydi. Asansör niye gecikmişti? Neden burada olduğunu fark edip yardım etmiyorlardı?
Fazla abarttığını düşünüp sakinleşmeye çalıştı. Bir hata yüzünden bodrum katına inmişti ama birazdan yukarı çıkacaktı.
Kolundaki saate baktı. Yine aynı şeyi gördü. Karanlık. Ne kadar vakit geçmişti. Şu anda zaman; kapkara bir sise dönüşüyor, sanki ilerledikçe de duracak sınırı bulamıyordu. Asansöre yöneldi. Orada azıcık da olsa ışık vardı. Kırmızı okun ne yönde olduğunu uzaktan seçemedi ama yaklaşınca aşağıyı gösterdiğini gördü. Sevinçten haykırdı. Sesi, zifiri karanlığı bir an için aydınlattı. El yordamıyla bulduğu düğmeye sürekli basıyordu, hadi hadi. Asansör geldiğinde, gerçek olmayan bu karabasandan kurtulacaktı. Üç, iki, bir, zemin. Durdu. Adamın nabzı hızlandı, yalnız onun sesi vardı. Bir de asansörün. Ok işaretine baktı. Yukarı mı? Aşağı mı? Hangi yöne gidecekti.
Ter boğazına dayandı. Eli düğmenin üzerinde kaldı. Başını önüne eğdi. Bekledi. Gözü mü kararmıştı? Yoksa bir süredir gördüğü şeyi mi görüyordu. Başını kaldırdığında kafası şiddetle bir şeye çarptı.
Azıcık ışık. Sonra biraz daha. Sonra gözünü kamaştıran bir ışık. Asansör geldi. Kırmızı ışıkta gördüğü delikanlı ona elini uzatıyordu. Hayır, hayır!!! İstediğini almış, elini geri çekmişti. Şimdi karanlık bekleme odasında, sürekli ertelenmiş işlerin ağır dosyasıyla tek başınaydı.
Delikız
Şoförün gözü yolda ve dikiz aynasındaydı. Önce sarının ardından kırmızının yandığını gördüğünde ayağını frene uzattı.
Otomobilin geniş ve rahat arka koltuğunda, elbette ki trafikle değil elindeki dosyalarla meşguldü. Başını kaldırdığında, pencerenin önündeki şehri ve sabahı gördü. Güneş evleri bakıra boyamış, kor halinde denize akıyordu. Balıkçıların sırtları iki büklüm, oltalarının ucuna takılmışlardı. Geceden kalma sis geldiği yere gidiyor, simitçi susam kokulu kahvaltı sunuyordu.
İşini unutmuş bu sıcak hayatı seyrederken, yataklarını ve rüyalarını özleyen dalgın yüzler arasında, gözlerinin ta içine bakan dilenciyi fark etti. Kaldırımda, elleri iki yana salınmış, öylece duruyordu. Kılığına uymayan dik duruşu, yüzünde korkusuz bir ifade vardı. Gözleri ne kadar derin ve karaydı, sanki kendisini, arabasının penceresinden çekip içine alacakmış gibi.
Delikanlı kararlıydı, hiç gözünü kaçırmıyor, elini uzatmak için en uygun anı bekliyordu. Adam sinirli ve tedirgindi. Ansızın nereden çıktığını düşünürken, ondan önce davranıp gardını aldı. Umursamaz başını çevirip dikiz aynasından şoföre işaret etti. Genç elini uzatırken, araç hızla uzaklaşıyor ve lamba da hâlâ kırmızı yanıyordu.
<><><><><>
Arabadan indi. Görevli, binanın kapısını açıp onu buyur etti. Karşılaştığı arkadaşlarıyla selamlaşıp asansöre yöneldi. On birinci kata çıkacaktı. Asansör geldi, adam kabine girdi. Düğmeye bastı. Önce dış kapı, ardından iç kapı kapandı.
Zihni yine meşguldü. Saatine baktı. Toplantıdan önce hazırlık için biraz vakti vardı. Ondan sonra ki randevusunu düşünürken asansör birden durdu. İçeri birinin gireceğini düşündü. Kapıya baktı, kimse yoktu. Gösterge beşinci kattı gösteriyordu. Sonra yine hareket etti. Çantasını öbür eline geçirirken söylenmeyi ihmal etmedi. On birinci kata geldiğinde, aceleyle çıkıp, ofisine yöneldi. Asansörün kapısı kapandı.
Ortalık bir anda zifiri karanlık oldu. Aydınlığa alışmış olan gözleri, hiçbir şeyi seçemedi. “Elektrik mi kesik? Biri ışığı yaksın,” dedi. Ama hiç ses yoktu. Gündüz vakti koridorun bu kadar karanlık olmayacağı aklına geldi. Geriye döndü. Asansör düğmesinin kırmızı ışığını gördü. Ok işareti yukarıyı gösteriyor ve meşgul yazıyordu. Bodrum katına inmiş olduğunu anladı. Nasıl böyle bir hata olmuştu. Kendi kendine söylendi.
Çağrı düğmesine bastı. Birazdan yukarı çıkacağını ve işine koyulacağını düşündü. Fakat kırmızı renkteki sayılar sürekli artıyordu. Beş, altı, yedi, durdu. Adam, asansörün aşağı ineceğini düşünerek sevindi, ama ok işareti yine aynı yönü gösteriyordu. Sekiz, dokuz, on.
Asansörden hayır yoktu. Merdiveni ya da bahçe kapısını kullanıp bir an önce buradan çıkmak aklına geldi. Arkasını dönüp sonsuzmuş gibi görünen karanlığa baktı. Az önceki güneşli havanın aydınlığı bir an yüzünde yansıdı. Ayağını sürüyerek bir adım attı, sonra ikincisini. Ellerini uzattı. Boşluğu, bir cisim gibi kavramaya çalışan ellerinin soğukluğunu hissetti. Karanlık kendisini içine almış, her tarafına nüfuz ediyordu. Bataklık gibiydi, bedeninde ağırlığını hissettiriyordu. İlerledikçe sanki daha derine gidecekti. Ağır bir rutubet kokusu vardı. Bu kara balçık vücudunda terleten bir nöbete dönüşüyor, yapışkanlığını yavaş yavaş arttırıyordu. Çıkışı ararken saklamaya çalıştığı korkuyu bir yerlerde bulmaktan çekiniyordu. Sağ taraftan hafif bir serinlik geldi. İleride bir çıkış olabileceğini düşündü. Yürümeye çalıştı ama ayağı takıldı. İsteksizce sol tarafa döndü. Zihninde, sıkıntı, korku ve sesi duyulmayan bir çığlık aktı. Karanlık bedenini sıktı.
Şimdi arkadaşları işe koyulmuş, geç kalmasını da, saatin çalmayışına ya da trafiğin sıkışıklığına yoruyor olmalıydılar. Böyle bir şeyin olduğu (kendisi de dâhil) hiç birinin aklına gelmezdi.
Gözü patronunun yerinde olan yardımcı, onun yokluğundan yararlanıp, işe el atmış mıydı? Bugünkü toplantıya yoksa o açık göz mü gidecekti? Kimsenin onun yerini almasına izin veremezdi. Hemen buradan kurtulup, işinin başına dönmeliydi. Asansör niye gecikmişti? Neden burada olduğunu fark edip yardım etmiyorlardı?
Fazla abarttığını düşünüp sakinleşmeye çalıştı. Bir hata yüzünden bodrum katına inmişti ama birazdan yukarı çıkacaktı.
Kolundaki saate baktı. Yine aynı şeyi gördü. Karanlık. Ne kadar vakit geçmişti. Şu anda zaman; kapkara bir sise dönüşüyor, sanki ilerledikçe de duracak sınırı bulamıyordu. Asansöre yöneldi. Orada azıcık da olsa ışık vardı. Kırmızı okun ne yönde olduğunu uzaktan seçemedi ama yaklaşınca aşağıyı gösterdiğini gördü. Sevinçten haykırdı. Sesi, zifiri karanlığı bir an için aydınlattı. El yordamıyla bulduğu düğmeye sürekli basıyordu, hadi hadi. Asansör geldiğinde, gerçek olmayan bu karabasandan kurtulacaktı. Üç, iki, bir, zemin. Durdu. Adamın nabzı hızlandı, yalnız onun sesi vardı. Bir de asansörün. Ok işaretine baktı. Yukarı mı? Aşağı mı? Hangi yöne gidecekti.
Ter boğazına dayandı. Eli düğmenin üzerinde kaldı. Başını önüne eğdi. Bekledi. Gözü mü kararmıştı? Yoksa bir süredir gördüğü şeyi mi görüyordu. Başını kaldırdığında kafası şiddetle bir şeye çarptı.
Azıcık ışık. Sonra biraz daha. Sonra gözünü kamaştıran bir ışık. Asansör geldi. Kırmızı ışıkta gördüğü delikanlı ona elini uzatıyordu. Hayır, hayır!!! İstediğini almış, elini geri çekmişti. Şimdi karanlık bekleme odasında, sürekli ertelenmiş işlerin ağır dosyasıyla tek başınaydı.
Delikız
Putların Züleyhan Olacak / Meryem Rabia
"Kork Putların Ellerinde Patlamasından!"
İşin bitince yediğin putlar başını yiyecek bir gün!
Bir gün hiç bitmeyecek gibi çiğnediğin yollar sona çıkacak!
Kaçacak delik arayacaksın!
Ama bulamayacaksın!
Koca bir delik olmak isteyeceksin!
Kendi deliğinde kaybolmak isteyen!
Kuyulara attıkların gelecek birer bir birer!
Sıvamaya çalıştığın güneş yakacak seni!
Elindeki balçığı yüzüne çalıp kaçacaksın!
Ama yine de tanınacaksın!
Yanacaksın!
Emrinde kul olduklarını bulamayacaksın!
Allah'ın kulları haklarını alacak senden!
Putların ellerinde patlayacak!
Putların Züleyhan olacak!
Ama sen Yusuf değilsin adamım!
Mıhlanıp kalacaksın!
Mazallah demeye dilin yetmeyecek!
Ağzında çiğnediğin dil bile seni yerecek!
Yenileceksin!
İşin bitince yediğin putlar başını yiyecek bir gün!
Bir gün hiç bitmeyecek gibi çiğnediğin yollar sona çıkacak!
Kaçacak delik arayacaksın!
Ama bulamayacaksın!
Koca bir delik olmak isteyeceksin!
Kendi deliğinde kaybolmak isteyen!
Kuyulara attıkların gelecek birer bir birer!
Sıvamaya çalıştığın güneş yakacak seni!
Elindeki balçığı yüzüne çalıp kaçacaksın!
Ama yine de tanınacaksın!
Yanacaksın!
Emrinde kul olduklarını bulamayacaksın!
Allah'ın kulları haklarını alacak senden!
Putların ellerinde patlayacak!
Putların Züleyhan olacak!
Ama sen Yusuf değilsin adamım!
Mıhlanıp kalacaksın!
Mazallah demeye dilin yetmeyecek!
Ağzında çiğnediğin dil bile seni yerecek!
Yenileceksin!
BİR 7.65 'LİĞİM BİLE YOK / Hakan Albayrak
yaşasın konfederasyon!
yaşasın kamçılar ve köleler!
çünkü siyahları sevsem de,
lincoln’un bir yalancı olduğunu biliyorum.
dengeler adına vuruldu kim vurulduysa
çiftçiler, marilyn monroe, bağdat
dengeler adına bırakıldım kendimle başbaşa
burada şehremini’de
ve bir hallaç pamuğuna dönüşmüş olarak.
kimim ben
nerden gelip nereye gidiyorum
bunun ne önemi var
mossad besliyor kafka’yı
zen’i amerika finanse ediyor
çünkü hepimizi uyuşturup,
ortadoğu’yu ateşe vermek istiyorlar.
ikilem
üçlem ve dörtlemler
alternatif çöplüğüne döndü üçüncü dünyanın beyinleri
“hiç akletmez misiniz”
hayır etmeyiz!
felsefenin soysuz çarkına teslim ederiz ayetleri
öyle büyüttük öyle büyüttük ki felsefeyi
eylemi de aldı içine
eylemi aldı bizden
ve ateşler içre bağdat’ın orta yerinde,
çırılçıplak kalakaldık işte
dengeler adına silahsız
dengeler adına şahsiyetsiz
miskin, geveze, entelektüel…
dengeler adına vuramadı kim vurmadıysa
dengeler adına şair yaptılar bizi.
yaşasın kamçılar ve köleler!
çünkü siyahları sevsem de,
lincoln’un bir yalancı olduğunu biliyorum.
dengeler adına vuruldu kim vurulduysa
çiftçiler, marilyn monroe, bağdat
dengeler adına bırakıldım kendimle başbaşa
burada şehremini’de
ve bir hallaç pamuğuna dönüşmüş olarak.
kimim ben
nerden gelip nereye gidiyorum
bunun ne önemi var
mossad besliyor kafka’yı
zen’i amerika finanse ediyor
çünkü hepimizi uyuşturup,
ortadoğu’yu ateşe vermek istiyorlar.
ikilem
üçlem ve dörtlemler
alternatif çöplüğüne döndü üçüncü dünyanın beyinleri
“hiç akletmez misiniz”
hayır etmeyiz!
felsefenin soysuz çarkına teslim ederiz ayetleri
öyle büyüttük öyle büyüttük ki felsefeyi
eylemi de aldı içine
eylemi aldı bizden
ve ateşler içre bağdat’ın orta yerinde,
çırılçıplak kalakaldık işte
dengeler adına silahsız
dengeler adına şahsiyetsiz
miskin, geveze, entelektüel…
dengeler adına vuramadı kim vurmadıysa
dengeler adına şair yaptılar bizi.
Kıssadan Hisse
Rivayete göre Sultan Mahmut, sık sık kıyafet değiştirip halkın arasına karışır ve memlekette neler olup bittiğini anlamaya çalışırmış.Bir akşam uğradığı bir kahvede, ak sakallı çaycıya herkesin Tıkandı Baba diye hitap ettiğini duyunca merak etmiş ve bu adama neden Tıkandı Baba denildiğini öğrenmek istemiş.
Biraz ısrardan sonra da Tıkandı Baba anlatmış; Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benim ki de akıyordu ama az akıyordu. 'Benim ki de onlarınki kadar aksın' diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
Bu sefer içimden ‘Onların ki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın’ dedim ve uğraşırken musluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.Ben yine açmak için uğraşırken birden Cebrail göründü ve bana ‘Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık’ dedi. O gün bu gün adım ‘Tıkandı Baba’ ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyorum.
Tıkanı Baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına
‘Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca bu işe devam edeceksiniz’ diye talimat vermiş.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis ‘uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim' diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken ‘Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim’ diyerek, işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya ‘Taze baklava, güzel baklava!’
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Sıkı bir pazarlıktan sonra anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.
Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi ‘Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım’ demiş.
Tıkandı Baba da ‘Peki’ demiş ve anlaşmışlar.Bir ay boyunca, Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ‘Hele şu Tıkandı Baba'ya bir bakalım, nicedir?’ deyip Tıkandı Baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş.
Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim Tıkandı Baba eskisi gibi darmadağın. Sultan ‘Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?’ diye sormuş. ‘Geldi sultanım’
‘Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?’ Efendim her gün gelen tepsiyi bir Yahudi'ye satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım’
Sultan şöyle bir tebessüm edip ‘Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel’ deyip almış ve onu hazine odasına götürmüş.
‘Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar altın gelirse hepsi senindir’ demiş.
Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan ‘Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar’ demiş ve askerlerden birini çağırıp ‘Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş seçsin, o taşı ne kadar uzağa atarsa oraya kadar olan araziyi Baba’ya verin’ demiş.Padişahın adamları Tıkandı Baba’yı alıp Üsküdar’a götürmüşler ‘Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım’ demişler.
Baba ‘Niçin?’ diye sormuş.
Askerler ‘Hele sen bir beğen bakalım’ diye ısrar etmişler. Baba ‘şu yamuk, bu küçük’ derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline ve ‘Ne olacak şimdi?’ diye sormuş
Askerler ‘Baba sen bu taşı atacaksın ve ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını Padişahımız Efendimiz sana bağışlayacak’ diye anlatmışlarTıkandı Baba taşı başının üstüne kaldırmış ve tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Babacık da düşüp oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Padişah, o meşhur sözünü söylemiş, ‘Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmut!’
Biraz ısrardan sonra da Tıkandı Baba anlatmış; Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benim ki de akıyordu ama az akıyordu. 'Benim ki de onlarınki kadar aksın' diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
Bu sefer içimden ‘Onların ki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın’ dedim ve uğraşırken musluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.Ben yine açmak için uğraşırken birden Cebrail göründü ve bana ‘Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık’ dedi. O gün bu gün adım ‘Tıkandı Baba’ ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyorum.
Tıkanı Baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına
‘Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca bu işe devam edeceksiniz’ diye talimat vermiş.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis ‘uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim' diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken ‘Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim’ diyerek, işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya ‘Taze baklava, güzel baklava!’
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Sıkı bir pazarlıktan sonra anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.
Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi ‘Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım’ demiş.
Tıkandı Baba da ‘Peki’ demiş ve anlaşmışlar.Bir ay boyunca, Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ‘Hele şu Tıkandı Baba'ya bir bakalım, nicedir?’ deyip Tıkandı Baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş.
Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim Tıkandı Baba eskisi gibi darmadağın. Sultan ‘Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?’ diye sormuş. ‘Geldi sultanım’
‘Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?’ Efendim her gün gelen tepsiyi bir Yahudi'ye satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım’
Sultan şöyle bir tebessüm edip ‘Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel’ deyip almış ve onu hazine odasına götürmüş.
‘Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar altın gelirse hepsi senindir’ demiş.
Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan ‘Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar’ demiş ve askerlerden birini çağırıp ‘Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş seçsin, o taşı ne kadar uzağa atarsa oraya kadar olan araziyi Baba’ya verin’ demiş.Padişahın adamları Tıkandı Baba’yı alıp Üsküdar’a götürmüşler ‘Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım’ demişler.
Baba ‘Niçin?’ diye sormuş.
Askerler ‘Hele sen bir beğen bakalım’ diye ısrar etmişler. Baba ‘şu yamuk, bu küçük’ derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline ve ‘Ne olacak şimdi?’ diye sormuş
Askerler ‘Baba sen bu taşı atacaksın ve ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını Padişahımız Efendimiz sana bağışlayacak’ diye anlatmışlarTıkandı Baba taşı başının üstüne kaldırmış ve tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Babacık da düşüp oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Padişah, o meşhur sözünü söylemiş, ‘Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmut!’
İtikaf Sünnetini Unuttuk mu?
“İtikafa girmek” ibadeti günümüzde gençliğin zihninde bir şey uyandırıyor mu acaba?
Sözlük anlamı olarak, bir şeyin üzerinde durmak ve onu bırakmamaktır İtikaf. Peygamber Efendimiz, Ramazan'ın son 10 gününde itikafa girerdi. Ve bu adeti vefat edene kadar sürdü.
Nedir İtikaf?
İtifak bir sünnettir. Senenin bütün günlerinde yapılabilecek bu ibadet, Ramazan ayında özellikle de son 10 gününde yapılması daha evladır. Son 10 gününde yapılmasının ayrıca bir sebebi de bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi'nin bu süre zarfı içerisinde yer almasıdır. Kadir Gecesi'nde yapılacak amelleri düşünürsek İtikaf ile birlikte daha da görkemli bir hal alacaktır.
İtikaf Adabı nedir!?
1. İtikafa giren kişinin ibadetle, Kur'an okumakla, ilimle meşgul olması gerekir. Çünkü bu eylemler, itikafın amacını teşkil etmektedir.2. Oruç tutulması gerekir. Zihni toplamaya ve kalbi saflaştırmaya oruç, ilaç gibidir.3. Cuma kılınan bir mescid olması gerekmektedir. Ama hiç olmadı evde de olur.4. İtikaf esnasında konuşmak gerekir. Konuşulursa hayırdan başka bir şey konuşulmamalıdır.
Peygamber Efendimizin bu güzel sünneti, zaman geçtikçe unutulmaya başlandı. Daha doğrusu son zamanlarda pek görmediğimiz bir ibadet halini aldı. Ramazan ayı güzelliklerinden olan İtikaf, Teravih namazı kadar değer bulamıyor malesef. İnsanların zamandan şikayetçi olduğu günümüzde, zamanın en güzel en anlamlı şekilde geçirebileceği İtikaf, inşallah bir Ramazan hakettiği değeri bulur.
Cengiz Yalçınkaya
Sözlük anlamı olarak, bir şeyin üzerinde durmak ve onu bırakmamaktır İtikaf. Peygamber Efendimiz, Ramazan'ın son 10 gününde itikafa girerdi. Ve bu adeti vefat edene kadar sürdü.
Nedir İtikaf?
İtifak bir sünnettir. Senenin bütün günlerinde yapılabilecek bu ibadet, Ramazan ayında özellikle de son 10 gününde yapılması daha evladır. Son 10 gününde yapılmasının ayrıca bir sebebi de bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi'nin bu süre zarfı içerisinde yer almasıdır. Kadir Gecesi'nde yapılacak amelleri düşünürsek İtikaf ile birlikte daha da görkemli bir hal alacaktır.
İtikaf Adabı nedir!?
1. İtikafa giren kişinin ibadetle, Kur'an okumakla, ilimle meşgul olması gerekir. Çünkü bu eylemler, itikafın amacını teşkil etmektedir.2. Oruç tutulması gerekir. Zihni toplamaya ve kalbi saflaştırmaya oruç, ilaç gibidir.3. Cuma kılınan bir mescid olması gerekmektedir. Ama hiç olmadı evde de olur.4. İtikaf esnasında konuşmak gerekir. Konuşulursa hayırdan başka bir şey konuşulmamalıdır.
Peygamber Efendimizin bu güzel sünneti, zaman geçtikçe unutulmaya başlandı. Daha doğrusu son zamanlarda pek görmediğimiz bir ibadet halini aldı. Ramazan ayı güzelliklerinden olan İtikaf, Teravih namazı kadar değer bulamıyor malesef. İnsanların zamandan şikayetçi olduğu günümüzde, zamanın en güzel en anlamlı şekilde geçirebileceği İtikaf, inşallah bir Ramazan hakettiği değeri bulur.
Cengiz Yalçınkaya
Kırkambar
Biliyor musunuz?
Namazda iftidah tekbirinin hükmü farzdır.
405 yıl hiç durmadan Kur’an okunan yer, Topkapı Sarayı, Hırka-i Saadet dairesidir.
Hz. Musa (a.s.)’ın kayınpederi Hz. Şuayb (a.s.)dır.
Namazda ilk tahiyyatta oturmanın hükmü vaciptir.
Peygamberimizin mübarek cenazesini Hz. Ali yıkamıştır.
Mısır’a hükümdar olan peygamber Hz.Yusuf (a.s.)dur.
Allah (c.c.)’ın hoşuna gitmeyen helal boşanmadır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in İstanbul’da yatan sahabesi Ebu Eyyub El Ensardir.
Hz. Yakup (a.s.)’ın lakabı İsraildir.
Felak ve Nas surelerinin ortak adı Muavizeteyndir.
“Adalet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer’e aittir?
Neden? Niçin? Nasıl?
Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?
Geceleri flaşla çekilen fotoğraflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz? Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabaka da retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka .vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanız, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pınl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur. Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.
Namazda iftidah tekbirinin hükmü farzdır.
405 yıl hiç durmadan Kur’an okunan yer, Topkapı Sarayı, Hırka-i Saadet dairesidir.
Hz. Musa (a.s.)’ın kayınpederi Hz. Şuayb (a.s.)dır.
Namazda ilk tahiyyatta oturmanın hükmü vaciptir.
Peygamberimizin mübarek cenazesini Hz. Ali yıkamıştır.
Mısır’a hükümdar olan peygamber Hz.Yusuf (a.s.)dur.
Allah (c.c.)’ın hoşuna gitmeyen helal boşanmadır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in İstanbul’da yatan sahabesi Ebu Eyyub El Ensardir.
Hz. Yakup (a.s.)’ın lakabı İsraildir.
Felak ve Nas surelerinin ortak adı Muavizeteyndir.
“Adalet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer’e aittir?
Neden? Niçin? Nasıl?
Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?
Geceleri flaşla çekilen fotoğraflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz? Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabaka da retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka .vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanız, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pınl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur. Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.
01 Ağustos, 2009
26. Sayısıyla "Şehvar" Karşınızda
"bir göl nasıl uyandırılır bilmem
neresine dokunulur bir taş atsam korkup sıçrar mı
bilmem bir göl nasıl uyandırılır" / Ali Ural
Editören:
mine: üzgünüm
hoca: neden
mine: iki satır bir şey yazamıyorum
mine: dergi için
hoca: yazabilirsin
mine: yazmasam olur değil mi?
mine: dergi hazır zaten
hoca: hımm
hoca: sunuş falan yazılacak
mine: evet
mine: ondan söz ediyorum
mine: yazamadım diye
hoca: :)
hoca: olmaz öyle şey
mine: olmaz dimi?!!!
Hoca için olmaz demesi kolay, bende biliyorum olmadığını, iki üç kelime dâhi olsa yazmam gerektiğini ama yazamıyorum işte. Yazmak konusunda istekli fakat gayretli ve başarılı biri değilim. Yazabilmek için çok uğraşıyorum. Karşımda, beni nasıl dolduracaksın der gibi duran bu ter temiz beyaz sayfadan nasıl korktuğumu anlatamam. Kelimeler bana, kaşlarını çatmış, haylaz bir çocuk gibi davranırken, ben onlarla, dost olup güzel bir oyun kurmak için uğraşıyorum. Bu haylaz çocukla anlaşıp hiç olmazsa bir sunuş falan yazabilsem...
Yazar İbrahim Paşalı dergimiz için “küçük, istikrarlı ve ‘net’ olan şeyler daima daha etkilidir” demişti. Neredeyse onuncu yılını doldurmuş olan dergimiz, Rabbimin izniyle bu iltifatı hak ettiğini sanırım gösterdi. Yazılarını kullandığım değerli yazarlarımızın da rızasıyla inşallah yoluna devam edecek. Her sayıda olduğu gibi, yine severek hazırladım. Beğenerek okumanız dileğiyle.
neresine dokunulur bir taş atsam korkup sıçrar mı
bilmem bir göl nasıl uyandırılır" / Ali Ural
Editören:
mine: üzgünüm
hoca: neden
mine: iki satır bir şey yazamıyorum
mine: dergi için
hoca: yazabilirsin
mine: yazmasam olur değil mi?
mine: dergi hazır zaten
hoca: hımm
hoca: sunuş falan yazılacak
mine: evet
mine: ondan söz ediyorum
mine: yazamadım diye
hoca: :)
hoca: olmaz öyle şey
mine: olmaz dimi?!!!
Hoca için olmaz demesi kolay, bende biliyorum olmadığını, iki üç kelime dâhi olsa yazmam gerektiğini ama yazamıyorum işte. Yazmak konusunda istekli fakat gayretli ve başarılı biri değilim. Yazabilmek için çok uğraşıyorum. Karşımda, beni nasıl dolduracaksın der gibi duran bu ter temiz beyaz sayfadan nasıl korktuğumu anlatamam. Kelimeler bana, kaşlarını çatmış, haylaz bir çocuk gibi davranırken, ben onlarla, dost olup güzel bir oyun kurmak için uğraşıyorum. Bu haylaz çocukla anlaşıp hiç olmazsa bir sunuş falan yazabilsem...
Yazar İbrahim Paşalı dergimiz için “küçük, istikrarlı ve ‘net’ olan şeyler daima daha etkilidir” demişti. Neredeyse onuncu yılını doldurmuş olan dergimiz, Rabbimin izniyle bu iltifatı hak ettiğini sanırım gösterdi. Yazılarını kullandığım değerli yazarlarımızın da rızasıyla inşallah yoluna devam edecek. Her sayıda olduğu gibi, yine severek hazırladım. Beğenerek okumanız dileğiyle.
Merhaba Ey! / Gökhan Özcan
Her yıl rahmet mevsimi geldiğinde, aslında hayatın çekirdeğini bile doldurmayacağına kani olduğum gündem kalabalığını elimin tersiyle itip bir “Ramazan karşılaması” yazmaktan büyük keyif alıyorum. Ramazan ayının gelip hayatımın merkezine yerleşmesinden, gündelik alışkanlıklarımı elimden alarak canımı acıtmasından da gayet memnunum. Hiç sağa sola sapmadan gerçeği bodoslama söyleyeceğim: Oruç tutmak zor geliyor. Bu zorluğu aşarak, nefsin mızıldanmalarına kulaklarımı tıkayarak oruca merhaba diyebilmeyi çorak hayatım için bir rahmet ihtimali olarak görüyorum, hakikaten serinliyorum. Zamane insanlarından biri olarak canımı yakan her ihtimalden bir serinlik umuyorum. Çünkü bu zamanda yaşayan insanların canı hiç acıtılmamaya ayarlanmış durumda. Acımayan canın canı olur mu hiç? Acımayan can, can olur mu?
Allahtan hayatın zembereğinin boşaldığı bu zamandan öncesine dair izler var zihnimde. O hatıraların hafızamda bıraktığı buruk tad olmasa bugünlerin sarhoşluğuna kapılıp gitmemi ne engelleyecek? Ruhumu hiç bırakmadan huzursuz eden bütün evvel zaman sıkıntılarına şükürler olsun. Yalanı dürtükleyen hakikate hamdolsun. İhtiras düzenine taş koyan mübarek rahmet ayına selam olsun. Yoksa kaybolup gideceğiz biz kıyametin bu en sığ provasında. Hilali görmeye devam eden bir yeryüzünden umut kesilmez. Kurumadı demek ki henüz tutunduğumuz dal. O zaman varolsun nefislere sıkıntı veren mübarek ay... On bir ayın kurtarıcısı... İrkilme ve yeniden şekillenme mevsimi... Hayatı geri yaşayıp ana rahmine geri dönme zamanı... Kıvrılarak can tohumuna, varlığı yeniden öğrenme zamanı...
Canın bütün arzuları, bütün açlıkları, bütün hırsı, şehveti kolordularını gönderirken üstümüze, bir fısıltıyla bu koca yalana direnebilme gücünü otuz gün otuz gece hissedebilme zamanı. Otuz gün otuz gece süren eza cefa şöleni... Varız, buradayız, acıkıyor yalanın her türlüsüne ruhumuz, arzularımız zorluyor gemlerini, ama buradayız, ayaktayız, kuruyan dudaklarımızla dualar fısıldıyoruz.
İşte bu bizim en güçlü zamanımız. Biz burada hayata değil sadece, zamana, zamanın üstümüze yığdığı ağır kire, koca yalana direniyoruz. Üstümüze bulaşan pisliğe bakmadan Allah'a sığınmaya sığınıyoruz. Dünyada gidilecek hiçbir yere gitmeyerek gidilecek en sahih kapının, rahmet kapısının eşiğinde toplanıyoruz. Avuçlarımızı açıp bekliyoruz. Beklemeyi başarmak bile, aceleci ruhlarımıza karşı kazandığımız bir büyük zafer... Durup beklemek, geceleri imsak vaktini, akşamları iftar vaktini, anların içine gizlenen rahmet vaktini...
Rızkın boğazın düğümlerinde kazandığı lezzete merhaba diyoruz. Rahmete dikilmiş gözlere merhaba diyoruz. Gökyüzünü dolduran kandillere merhaba diyoruz. Hayr için alınan soluklara merhaba diyoruz. Sabrın, metanetin, teslimiyetin insan kılığına girip sokaklarda dolaşmasına merhaba diyoruz. Vicdanları dolduran engin muhasebeye, yanlışı mahkum eden pişmanlıklara merhaba diyoruz.
Merhaba diyoruz on bir ayı şereflendiren bir aya, zamanın boynundaki emsalsiz gerdanlığa merhaba diyoruz. Merhaba ey şehr-i Ramazan! Merhaba ey nefsimin huzurunu kaçıran huzur! Merhaba ey yalandan kurtarılmış zaman! Merhaba ey! Yeni Şafak Gazetesi
Allahtan hayatın zembereğinin boşaldığı bu zamandan öncesine dair izler var zihnimde. O hatıraların hafızamda bıraktığı buruk tad olmasa bugünlerin sarhoşluğuna kapılıp gitmemi ne engelleyecek? Ruhumu hiç bırakmadan huzursuz eden bütün evvel zaman sıkıntılarına şükürler olsun. Yalanı dürtükleyen hakikate hamdolsun. İhtiras düzenine taş koyan mübarek rahmet ayına selam olsun. Yoksa kaybolup gideceğiz biz kıyametin bu en sığ provasında. Hilali görmeye devam eden bir yeryüzünden umut kesilmez. Kurumadı demek ki henüz tutunduğumuz dal. O zaman varolsun nefislere sıkıntı veren mübarek ay... On bir ayın kurtarıcısı... İrkilme ve yeniden şekillenme mevsimi... Hayatı geri yaşayıp ana rahmine geri dönme zamanı... Kıvrılarak can tohumuna, varlığı yeniden öğrenme zamanı...
Canın bütün arzuları, bütün açlıkları, bütün hırsı, şehveti kolordularını gönderirken üstümüze, bir fısıltıyla bu koca yalana direnebilme gücünü otuz gün otuz gece hissedebilme zamanı. Otuz gün otuz gece süren eza cefa şöleni... Varız, buradayız, acıkıyor yalanın her türlüsüne ruhumuz, arzularımız zorluyor gemlerini, ama buradayız, ayaktayız, kuruyan dudaklarımızla dualar fısıldıyoruz.
İşte bu bizim en güçlü zamanımız. Biz burada hayata değil sadece, zamana, zamanın üstümüze yığdığı ağır kire, koca yalana direniyoruz. Üstümüze bulaşan pisliğe bakmadan Allah'a sığınmaya sığınıyoruz. Dünyada gidilecek hiçbir yere gitmeyerek gidilecek en sahih kapının, rahmet kapısının eşiğinde toplanıyoruz. Avuçlarımızı açıp bekliyoruz. Beklemeyi başarmak bile, aceleci ruhlarımıza karşı kazandığımız bir büyük zafer... Durup beklemek, geceleri imsak vaktini, akşamları iftar vaktini, anların içine gizlenen rahmet vaktini...
Rızkın boğazın düğümlerinde kazandığı lezzete merhaba diyoruz. Rahmete dikilmiş gözlere merhaba diyoruz. Gökyüzünü dolduran kandillere merhaba diyoruz. Hayr için alınan soluklara merhaba diyoruz. Sabrın, metanetin, teslimiyetin insan kılığına girip sokaklarda dolaşmasına merhaba diyoruz. Vicdanları dolduran engin muhasebeye, yanlışı mahkum eden pişmanlıklara merhaba diyoruz.
Merhaba diyoruz on bir ayı şereflendiren bir aya, zamanın boynundaki emsalsiz gerdanlığa merhaba diyoruz. Merhaba ey şehr-i Ramazan! Merhaba ey nefsimin huzurunu kaçıran huzur! Merhaba ey yalandan kurtarılmış zaman! Merhaba ey! Yeni Şafak Gazetesi
Gülmek için Kral Ağlamak için Filozof / Ali Ural
Taş suya düştü, iç içe geçmiş kadife halkalar yayılıyor yüze; tebessüm bu! Taş suya düştü ve azgın dalgalar kıyılarını dövdü çehrenin; kahkaha bu! Tebessümle kahkaha ne kadar yakın birbirine, tebessümle kahkaha ne kadar uzak...
Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu, Batı hiç vazgeçmedi kahkahadan. Sırf bu yüzden perdeler diktirdi kahkahaları giydirmek için. Alkışlattı onu. Ciddiyet kadar komik bir şey yoktu! "Ciddi Olmanın Önemi" adlı oyunu seyredenler kırıldı kahkahadan. Perde kapandığında Oscar Wilde'ı ellerinin gürültüsüyle sahneye çağıranlar, hak ettiğini düşünüyorlardı kahkaha tacını. Oysa Wilde, "Oyun elbette beni de güldürdü ama bir tiyatro yapıtı eğlendirmesi yanında içimi sızlatmazsa gecemi boşuna geçirdim duygusu verir bana," diyordu o sırada bir gazeteciye. Ve Bernard Shaw yıllar sonra başka cümlelerle ifade ediyordu aynı duyguyu: "Bir komedi oynanınca, izleyiciler gülmüş mü, gülmemiş mi beni hiç ilgilendirmez. Her budala bir topluluğu güldürebilir. Gülseler de, somurtsalar da kaç kişinin içinin kaynadığına bakarım ben!"
Rüzgâr yerine Diazot Monoksit mi esiyor yeryüzünde? Dev bir gaz odasına dönüyor dünya! Hey kalabalıklar! Alkışlar gülme gazına! Milyonlarca insanın elleri karnında, neşeli gebeler gibi hazırlanıyorlar yavrulamaya. Ne doğuracaklar! Ki trenler gülüşmelerle çınlıyor, dikiz aynasında küçük diller oynuyor, vapur düdüklerini bastırıyor kahkahalar. Dikenli teller aşılmış. Oksijenine azot sızmış havanın. O renksiz, tatlı hoş kokulu gaz sarhoş ediyor zihinleri, sonra gülme isteği veriyor, ne sihir! Hem acıya paydos. Ağrıya duyarsız kılıyor sinirleri. Uzun süre solunduğunda öldürüyormuş ne gam! Hepimiz öleceğiz, yan etki sayılabilir. Istırabı dindiriyor ya bir an! Yaşasın insanı hayvandan üstün kılan kahkahalar! Yaşasın da, on sekiz çeşit gülme varken neden iki ayrı çehreyle yürüyor iki filozof? Demokritos ve Herakleitos. "Evlerden dışarı adım atar atmaz, biri güler, diğeriyse ağlardı" (Juvenal, X, 28) İki ayrı elekle elenirdi halk. Eski Yunanlılar garip adamlar. Yedi Bilge'den Myson gülerdi tek başına bir köşeye çekilip. Görenler, " Niçin yalnız başına gülüyorsun?" derdi de, şu cevabı alırdı: " Yalnız başıma olduğum için!" Ya Aristippus Sokrates'in meclisini terk edip krala yanaştığı için ayıplanmıştı da, kendini şu cümleyle atmıştı sahile: "Bilgi sahibi olmak için Sokrates'e gidiyordum. Şimdi de gülmek için krala geldim!"
Peki sizi güldüren ne? Ağız kenarlarınız simetrik hareket ediyor, çizgiler oluşuyor göz çevrenizde. Yapmacık yok. Demek gerçekten gülüyorsunuz. Yoksa bozulurdu simetri. Tahmin edeyim. Yere düşen birini gördünüz. Yahut Einstein dil çıkardı size. Eğlence Tanrısı Comos, "Comique"likler yapıyor belki. Belki de sırf insan olduğunuz için gülüyorsunuz.
Ne diyordu Bergson, "Komiğin Manası Üzerine Bir Deneme"de: "Ancak insanlara ait olan şeyler komik olabilir. Mesela bir manzara güzel veya çirkin olabilir fakat komik olamaz." İnsan mı var, perdeler var o halde! Bu gülmeyi bilen canlı, koparır koparmaz çevreden ilgisini. Sessiz bir film izlemeye başlıyor. İki komiğe dönüşüyor iki filozof, komediye dönüşüyor her trajedi. Lorel ve Hardy modern zamanların temelini atıyor siyah beyaz küreklerle. "Komik denilen şey hakikatin zıddıdır," dese de Bergson, hakikat bizatihi komedi oluyor. Ve bir türlü başkasının yerine koyamayanlar kendini, devam ediyorlar gülmeye. Gülmek, "Kül-mek"ten geliyor diye fısıldıyor kamus. Ateşin olmadığı yerde külün işi ne!
"Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız," dedi Hz. Peygamber. Dedi ve bilgiye çağırdı bizi. "Güldüren de O'dur, ağlatan da O! Öldüren de O'dur yaşatan da O!" dedi Kur'ân (Necm, 43-44) Dedi ve sezgiye çağırdı bizi. "Çok suyun ekinleri öldürdüğü gibi, çok gülmek de kalbi öldürür," dedi Hz. Ömer. Dedi ve sevgiye çağırdı bizi. Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu. Tebessümü kazançtan sayıyordu. İyilikten. Latifeler yapıyordu hakikate zıt düşmeyen. "İhtiyarlar cennete giremez," diyordu Hz. Peygamber yaşlı bir kadına tatlı bir sesle. Hüzün sisi sarınca ihtiyarı, "Gençleşerek cennet bahçelerinde gezecekler," diye gülümsüyordu. Ah Doğu! Kaba kahkahalarından ne zaman kurtulacaksın! Ne zaman yakalayacaksın tebessümü yeniden! Gösteri konuşmaları daha ne vakte kadar eğlendirecek seni! Lâtif olanın kuluna latifeler yaraşır. Nükteyle nokta koymak derin ırmağa.
Zaman Gazetesi
Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu, Batı hiç vazgeçmedi kahkahadan. Sırf bu yüzden perdeler diktirdi kahkahaları giydirmek için. Alkışlattı onu. Ciddiyet kadar komik bir şey yoktu! "Ciddi Olmanın Önemi" adlı oyunu seyredenler kırıldı kahkahadan. Perde kapandığında Oscar Wilde'ı ellerinin gürültüsüyle sahneye çağıranlar, hak ettiğini düşünüyorlardı kahkaha tacını. Oysa Wilde, "Oyun elbette beni de güldürdü ama bir tiyatro yapıtı eğlendirmesi yanında içimi sızlatmazsa gecemi boşuna geçirdim duygusu verir bana," diyordu o sırada bir gazeteciye. Ve Bernard Shaw yıllar sonra başka cümlelerle ifade ediyordu aynı duyguyu: "Bir komedi oynanınca, izleyiciler gülmüş mü, gülmemiş mi beni hiç ilgilendirmez. Her budala bir topluluğu güldürebilir. Gülseler de, somurtsalar da kaç kişinin içinin kaynadığına bakarım ben!"
Rüzgâr yerine Diazot Monoksit mi esiyor yeryüzünde? Dev bir gaz odasına dönüyor dünya! Hey kalabalıklar! Alkışlar gülme gazına! Milyonlarca insanın elleri karnında, neşeli gebeler gibi hazırlanıyorlar yavrulamaya. Ne doğuracaklar! Ki trenler gülüşmelerle çınlıyor, dikiz aynasında küçük diller oynuyor, vapur düdüklerini bastırıyor kahkahalar. Dikenli teller aşılmış. Oksijenine azot sızmış havanın. O renksiz, tatlı hoş kokulu gaz sarhoş ediyor zihinleri, sonra gülme isteği veriyor, ne sihir! Hem acıya paydos. Ağrıya duyarsız kılıyor sinirleri. Uzun süre solunduğunda öldürüyormuş ne gam! Hepimiz öleceğiz, yan etki sayılabilir. Istırabı dindiriyor ya bir an! Yaşasın insanı hayvandan üstün kılan kahkahalar! Yaşasın da, on sekiz çeşit gülme varken neden iki ayrı çehreyle yürüyor iki filozof? Demokritos ve Herakleitos. "Evlerden dışarı adım atar atmaz, biri güler, diğeriyse ağlardı" (Juvenal, X, 28) İki ayrı elekle elenirdi halk. Eski Yunanlılar garip adamlar. Yedi Bilge'den Myson gülerdi tek başına bir köşeye çekilip. Görenler, " Niçin yalnız başına gülüyorsun?" derdi de, şu cevabı alırdı: " Yalnız başıma olduğum için!" Ya Aristippus Sokrates'in meclisini terk edip krala yanaştığı için ayıplanmıştı da, kendini şu cümleyle atmıştı sahile: "Bilgi sahibi olmak için Sokrates'e gidiyordum. Şimdi de gülmek için krala geldim!"
Peki sizi güldüren ne? Ağız kenarlarınız simetrik hareket ediyor, çizgiler oluşuyor göz çevrenizde. Yapmacık yok. Demek gerçekten gülüyorsunuz. Yoksa bozulurdu simetri. Tahmin edeyim. Yere düşen birini gördünüz. Yahut Einstein dil çıkardı size. Eğlence Tanrısı Comos, "Comique"likler yapıyor belki. Belki de sırf insan olduğunuz için gülüyorsunuz.
Ne diyordu Bergson, "Komiğin Manası Üzerine Bir Deneme"de: "Ancak insanlara ait olan şeyler komik olabilir. Mesela bir manzara güzel veya çirkin olabilir fakat komik olamaz." İnsan mı var, perdeler var o halde! Bu gülmeyi bilen canlı, koparır koparmaz çevreden ilgisini. Sessiz bir film izlemeye başlıyor. İki komiğe dönüşüyor iki filozof, komediye dönüşüyor her trajedi. Lorel ve Hardy modern zamanların temelini atıyor siyah beyaz küreklerle. "Komik denilen şey hakikatin zıddıdır," dese de Bergson, hakikat bizatihi komedi oluyor. Ve bir türlü başkasının yerine koyamayanlar kendini, devam ediyorlar gülmeye. Gülmek, "Kül-mek"ten geliyor diye fısıldıyor kamus. Ateşin olmadığı yerde külün işi ne!
"Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız," dedi Hz. Peygamber. Dedi ve bilgiye çağırdı bizi. "Güldüren de O'dur, ağlatan da O! Öldüren de O'dur yaşatan da O!" dedi Kur'ân (Necm, 43-44) Dedi ve sezgiye çağırdı bizi. "Çok suyun ekinleri öldürdüğü gibi, çok gülmek de kalbi öldürür," dedi Hz. Ömer. Dedi ve sevgiye çağırdı bizi. Doğduğu zamanlarda tebessüm ediyordu Doğu. Tebessümü kazançtan sayıyordu. İyilikten. Latifeler yapıyordu hakikate zıt düşmeyen. "İhtiyarlar cennete giremez," diyordu Hz. Peygamber yaşlı bir kadına tatlı bir sesle. Hüzün sisi sarınca ihtiyarı, "Gençleşerek cennet bahçelerinde gezecekler," diye gülümsüyordu. Ah Doğu! Kaba kahkahalarından ne zaman kurtulacaksın! Ne zaman yakalayacaksın tebessümü yeniden! Gösteri konuşmaları daha ne vakte kadar eğlendirecek seni! Lâtif olanın kuluna latifeler yaraşır. Nükteyle nokta koymak derin ırmağa.
Zaman Gazetesi
Düşsel Gıybet / Derya Güney
İnsan zihni ne gariptir! Saniyeler içinde bir düşünceden diğerine atlar; ne zaman, ne de mekân gözetmeden inanılmaz bir hızla gezinir durur. Bu öyle bir yolculuktur ki, bazen yaşadığı olayları yeniden yaşar zamanı geri sararcasına. Hatta yaşamadıklarını dahi yaşayıverir muhtemel senaryolarıyla. Kimi vakit, hiç beklemediği konukları olur zihin âleminin. Üzerinde durmadığını, önemsemediğini zannettiğin şeyler, gündemine gelir, oturur; teşhisleri, tesbitleri, varsayımlarıyla... "Ne düşünüyorsun?" diye sorarsınız bir şeyler düşündüğü her halinden belli birine, çok manalı bir "hiiiç!" duyarsınız. Oysa ne çok şey gizlidir o hiçlerde: Bazen anlaşılmayı umarak, bazen anlaşılmaktan korkarak, bazen de gerçekten ne düşüneceğini, nasıl bir yargıya varacağını bilememekten muzdarip dökülür dudaklardan. Ama çoğunlukla, hemen her şey hakkında bir fikri vardır insanın: Kimi bilgi ve tecrübe mahsulu, kimi duyduğu, kimi gördüğü, kimi sezdiği, kimi zannettiği.
Şöyle bir gözden geçirsek düşüncelerimizi "zan" larımızın ve özellikle sû-i zanlarımızın bir hayli fazla olduğunu görürüz. Çoğu vakit, sadece "zan" dan ibaret olduğunu bile farketmediğimiz düşüncelerin peşine takılır; onların getirdiği duyguların akıntısına kapılırız. Bu duygu ve düşünce seli, içimizde iyi ve güzel adına ne varsa, yıkıp geçmek için pek heveslidir. Önüne setler çekilmediği müddetçe, insan, öncelikle kendi içinde yıkılan güzelliklerin acısıyla kıvranır; ardından sû-i zanların belirlediği davranışlarının kurbanı olur.
Zan, önce zihinde başlar; sonra söz ve davranışlara sirâyet eder. "Siz ey imana ermiş olanlar! (Birbiriniz hakkında) yersiz zanda bulunmaktan kaçının; çünkü (bu şekilde) zannın bir kısmı günahtır; birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkmayın. Aranızdan hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz! Ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, rahmet kaynağıdır.” (hucurat süresi 49/12)
Gazzali, İhya'sında, zan bahsine, "Dilin Afetleri" bölümünde "gıybet"in altında yer verir. Çünkü zan,"düşünsel gıybet"tir. Gazzali'nin "zan" mevzuuna bu yaklaşımını çok etkileyici bulurum. Gerçekten, yukarıdaki ayetlerin ışığında, zannın insanı gıybete sürükleyişini farkedince, bu tanımlamanın ne kadar yerinde olduğu anlaşılır.
Akılımıza gelen kötü düşüncelerden, zanlardan rahatsız olmak, yanlış bir hal içinde olduğumuzu farketmek, O'na sığınmak ve zihnimizi bu kirlerden arındırmaya çalışmak; bu elbette, mü'mince bir tavır. Ya aksi... Tahmin ve sû-i zanlarımızın belirlediği bir bakış açısı oluşturmak ve sonra buna uygun söz ve davranışta bulunmak. Böylece kalbin âdeta zaman içinde kararması ve "fıtratın bozulması" yla en başta insanın kendine yabancılaşması.
Zan mağdurlarının akıbetini şöyle özetlemek mümkün: İnsanın kendine uzak düşmesi, insanın diğer insanlara uzak düşmesi ve insanın rahmetin sıcaklığından uzağa düşmesi... Bu ne büyük yalnızlıktır! Hakikatten kopuşun acısına nasıl dayanılır, onsuz asla itminana eremeyecek insan yüreği? Milli Gazete
Şöyle bir gözden geçirsek düşüncelerimizi "zan" larımızın ve özellikle sû-i zanlarımızın bir hayli fazla olduğunu görürüz. Çoğu vakit, sadece "zan" dan ibaret olduğunu bile farketmediğimiz düşüncelerin peşine takılır; onların getirdiği duyguların akıntısına kapılırız. Bu duygu ve düşünce seli, içimizde iyi ve güzel adına ne varsa, yıkıp geçmek için pek heveslidir. Önüne setler çekilmediği müddetçe, insan, öncelikle kendi içinde yıkılan güzelliklerin acısıyla kıvranır; ardından sû-i zanların belirlediği davranışlarının kurbanı olur.
Zan, önce zihinde başlar; sonra söz ve davranışlara sirâyet eder. "Siz ey imana ermiş olanlar! (Birbiriniz hakkında) yersiz zanda bulunmaktan kaçının; çünkü (bu şekilde) zannın bir kısmı günahtır; birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkmayın. Aranızdan hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz! Ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, rahmet kaynağıdır.” (hucurat süresi 49/12)
Gazzali, İhya'sında, zan bahsine, "Dilin Afetleri" bölümünde "gıybet"in altında yer verir. Çünkü zan,"düşünsel gıybet"tir. Gazzali'nin "zan" mevzuuna bu yaklaşımını çok etkileyici bulurum. Gerçekten, yukarıdaki ayetlerin ışığında, zannın insanı gıybete sürükleyişini farkedince, bu tanımlamanın ne kadar yerinde olduğu anlaşılır.
Akılımıza gelen kötü düşüncelerden, zanlardan rahatsız olmak, yanlış bir hal içinde olduğumuzu farketmek, O'na sığınmak ve zihnimizi bu kirlerden arındırmaya çalışmak; bu elbette, mü'mince bir tavır. Ya aksi... Tahmin ve sû-i zanlarımızın belirlediği bir bakış açısı oluşturmak ve sonra buna uygun söz ve davranışta bulunmak. Böylece kalbin âdeta zaman içinde kararması ve "fıtratın bozulması" yla en başta insanın kendine yabancılaşması.
Zan mağdurlarının akıbetini şöyle özetlemek mümkün: İnsanın kendine uzak düşmesi, insanın diğer insanlara uzak düşmesi ve insanın rahmetin sıcaklığından uzağa düşmesi... Bu ne büyük yalnızlıktır! Hakikatten kopuşun acısına nasıl dayanılır, onsuz asla itminana eremeyecek insan yüreği? Milli Gazete
Sigara Yasak, İçki Verelim / İbrahim Tenekeci
Patlıcangiller familyasından olan tütünü ilk kullananlar, Amerikan yerlileridir. Tütün, Amerika'nın keşfini müteakip Avrupa'ya, sonra da Venedikli tüccarlar vasıtasıyla Osmanlı'ya girmiştir. Sigarayı ise bir Fransız askerinin bulduğu söyleniyor. Şöyle ki: Savaş sırasında pipo bulamayan veya piposunu kaybeden bir Fransız askeri, tütünü kâğıda sararak içmiş. Ve bu içim şekli, önce cepheden cepheye, sonra da tüm dünyaya yayılmış.
Tütünün zararları saymakla bitmez: Akciğer ve gırtlak kanseri, kalp ve damar hastalıkları, beyin hücrelerinde tahribat, mide rahatsızlıkları, cildin erken yaşlanması vs.
Fi tarihte, "Sigara içmiyorum, yarama tütün basıyorum" diye yazmış olsam da, sigaranın savunulacak hiçbir tarafı yok.
Tütüne tutunan ve "varsın annemiz olsun tütün" diye şiir yazan biri olarak, sigarayla ilgili bazı yasaklara karşı değilim.
Karşı olduğum şey, sadece sigaraya savaş açılmasıdır.
Tütün, dinen mekruh olan bir içecek veya ot, bitki her neyse... Bunu kullananlara cüzamlı muamelesi yapılırken, tütüne ve tiryakiye savaş üstüne savaş ilan edilirken; dinen haram olan içkiye niye kimse dokunmuyor?
Sigara paketlerinin üzerinde yazan uyarıcı şeyler, niçin içki şişelerinin üzerinde yazmaz?
Size televizyondan bir sahne: Adamın bir elinde içki kadehi, diğer elinde sigara var. Mekruh olan şeyi tutan el sansürleniyor, haram olan şeyi tutan el ise sansürlenmiyor.
İçki yüzünden her gün şu kadar ocak sönüyor. Kazalar, cinayetler, yüz kızartıcı suçlar, aile içi şiddet vs. Ölümcül trafik kazalarının birçoğunda, araçtan içki şişeleri çıkıyor. Ama bizlere sunulan şey, polis kontrolüne takılan sarhoş şoförlerin o komik ve "sevimli" görüntüleri...
Sizce burada bir sorun yok mu? Var ve şu:
İçki, Hıristiyan dünyasına ait kültürün önemli parçalarından biridir. Mesela şarap deyince Fransızlar, viski deyince İskoçlar, bira deyince Almanlar, votka deyince Ruslar akla gelir. Ama İslam ülkelerinin adı anılınca, herhangi bir içki akla gelmez.(Burada bir parantez açmak icap ediyor. Bazı kendini bilmezler, rakıyı neredeyse "millî içeceğimiz" ilan edecek. Oysa millî demek, dini demektir. Ve dinimizde içki haramdır.)
Tütün ise böyle değil. Her kültürde, neredeyse eşit yere sahip.
"Her şeyin başı sağlık" deyip kenara çekilmek yerine, kaç gündür işte bunu, yani ülkemizdeki tütün kültürünü kurcalıyorum. Konuyla ilgili olarak sadece türküleri, ağıtları, şiirleri karıştırmıyor; bazı kitapları da edinip okuyorum. Örneğin Emine Görsoy'un Tütün Kitabı'nı. (Kitabevi, 2003) Yine, Necati Cumalı'nın Acı Tütün, Mürsel Sönmez'in Tütün Küfesi gibi eserlerini...
Bunların yanı sıra, Ahmet Şükrü Esen'in Anadolu Ağıtları (İletişim, 1997) ve Mehmet Özbek'in Türkülerin Dili (Ötüken, 2009) isimli kitaplarını da taradım.
Bir de, 'Avrupalılar tütüne nasıl bakıyor' düşüncesiyle, Detlef Bluhm'un Tütün ve Kültür (Dost Yayınları, Eylül 2001) kitabını okudum. Hemen söyleyeyim: Onların tütüne bakışı ile bizim bakışımız bir değil... Avrupa'da tütünden sonra "zevk" kelimesi geliyor. Örneğin Oscar Wilde "Bir sigara, dört dörtlük bir zevkin en mükemmel biçimidir" demiş, falan...
Bizde ise tütünden sonra "dert" kelimesi geliyor. Tütünün, kanı durdurmak için yaraya basılması da bu durumu pekiştiriyor.
Bir Yozgat sürmelisi, "Çamlığın başında tüter bir tütün" diye başlar ve "Acı çekmeyenin yüreği bütün" şeklinde devam eder. Nakarat bölümünde de şu muhteşem dizeler vardır: "At üstünde kuşlar gibi dönen yar / Kendi gidip ahbapları kalan yar..."
Ali'nin Ağıtı, "Büyük evde tütün tüter / Benim derdim bana yeter" dizeleriyle başlar.
Tütün kaçakçısı Ömer'i Deveci Dağı'nda vururlar. Yarasına tütünden medet umarak şöyle ağıt yakar:
"Deveci dağına bastığım oldu. Tütünün dengi yastığım oldu. Bizim arkadaşların kaçtığı oldu. Sebebim tütünü basın yarama..."
Milletimiz, "Bir ateş ver, sigaramı yakayım" derken bile, cümlenin/dizenin başına "ah" eklemiştir. İzmir türküsünde olduğu gibi: "Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım / Sen sallan gel, ben boynuna bakayım..."
Mevlana gibi, "Aha da kızmışım ben" diyorsanız, o ayrı tabii.
Konu ta buralara gelmişken, Türk şiirinin önemli isimlerinden olan Cemal Süreya'yı anmamak olmaz. Cemal Süreya, sigarayı bıraktıktan sonra, bir yandan "Eskiden birinci işimdi sigara içmek / Şimdiyse içmemek birinci işim" diye yazar; bir yandan da "Acının birinci günü", "Acının ikinci günü" diye sigarasız geçen günlerini bir köşeye not eder.
İçkiye göz yumup da tütüne göz açtırmayanların, "tütünün kültürümüzdeki yerini" bildiklerini pek sanmıyorum. Bilselerdi eğer, "sigara yasak, içki verelim" gibi tuhaf bir durum ortaya çıkmazdı. Milli Gazete
Tütünün zararları saymakla bitmez: Akciğer ve gırtlak kanseri, kalp ve damar hastalıkları, beyin hücrelerinde tahribat, mide rahatsızlıkları, cildin erken yaşlanması vs.
Fi tarihte, "Sigara içmiyorum, yarama tütün basıyorum" diye yazmış olsam da, sigaranın savunulacak hiçbir tarafı yok.
Tütüne tutunan ve "varsın annemiz olsun tütün" diye şiir yazan biri olarak, sigarayla ilgili bazı yasaklara karşı değilim.
Karşı olduğum şey, sadece sigaraya savaş açılmasıdır.
Tütün, dinen mekruh olan bir içecek veya ot, bitki her neyse... Bunu kullananlara cüzamlı muamelesi yapılırken, tütüne ve tiryakiye savaş üstüne savaş ilan edilirken; dinen haram olan içkiye niye kimse dokunmuyor?
Sigara paketlerinin üzerinde yazan uyarıcı şeyler, niçin içki şişelerinin üzerinde yazmaz?
Size televizyondan bir sahne: Adamın bir elinde içki kadehi, diğer elinde sigara var. Mekruh olan şeyi tutan el sansürleniyor, haram olan şeyi tutan el ise sansürlenmiyor.
İçki yüzünden her gün şu kadar ocak sönüyor. Kazalar, cinayetler, yüz kızartıcı suçlar, aile içi şiddet vs. Ölümcül trafik kazalarının birçoğunda, araçtan içki şişeleri çıkıyor. Ama bizlere sunulan şey, polis kontrolüne takılan sarhoş şoförlerin o komik ve "sevimli" görüntüleri...
Sizce burada bir sorun yok mu? Var ve şu:
İçki, Hıristiyan dünyasına ait kültürün önemli parçalarından biridir. Mesela şarap deyince Fransızlar, viski deyince İskoçlar, bira deyince Almanlar, votka deyince Ruslar akla gelir. Ama İslam ülkelerinin adı anılınca, herhangi bir içki akla gelmez.(Burada bir parantez açmak icap ediyor. Bazı kendini bilmezler, rakıyı neredeyse "millî içeceğimiz" ilan edecek. Oysa millî demek, dini demektir. Ve dinimizde içki haramdır.)
Tütün ise böyle değil. Her kültürde, neredeyse eşit yere sahip.
"Her şeyin başı sağlık" deyip kenara çekilmek yerine, kaç gündür işte bunu, yani ülkemizdeki tütün kültürünü kurcalıyorum. Konuyla ilgili olarak sadece türküleri, ağıtları, şiirleri karıştırmıyor; bazı kitapları da edinip okuyorum. Örneğin Emine Görsoy'un Tütün Kitabı'nı. (Kitabevi, 2003) Yine, Necati Cumalı'nın Acı Tütün, Mürsel Sönmez'in Tütün Küfesi gibi eserlerini...
Bunların yanı sıra, Ahmet Şükrü Esen'in Anadolu Ağıtları (İletişim, 1997) ve Mehmet Özbek'in Türkülerin Dili (Ötüken, 2009) isimli kitaplarını da taradım.
Bir de, 'Avrupalılar tütüne nasıl bakıyor' düşüncesiyle, Detlef Bluhm'un Tütün ve Kültür (Dost Yayınları, Eylül 2001) kitabını okudum. Hemen söyleyeyim: Onların tütüne bakışı ile bizim bakışımız bir değil... Avrupa'da tütünden sonra "zevk" kelimesi geliyor. Örneğin Oscar Wilde "Bir sigara, dört dörtlük bir zevkin en mükemmel biçimidir" demiş, falan...
Bizde ise tütünden sonra "dert" kelimesi geliyor. Tütünün, kanı durdurmak için yaraya basılması da bu durumu pekiştiriyor.
Bir Yozgat sürmelisi, "Çamlığın başında tüter bir tütün" diye başlar ve "Acı çekmeyenin yüreği bütün" şeklinde devam eder. Nakarat bölümünde de şu muhteşem dizeler vardır: "At üstünde kuşlar gibi dönen yar / Kendi gidip ahbapları kalan yar..."
Ali'nin Ağıtı, "Büyük evde tütün tüter / Benim derdim bana yeter" dizeleriyle başlar.
Tütün kaçakçısı Ömer'i Deveci Dağı'nda vururlar. Yarasına tütünden medet umarak şöyle ağıt yakar:
"Deveci dağına bastığım oldu. Tütünün dengi yastığım oldu. Bizim arkadaşların kaçtığı oldu. Sebebim tütünü basın yarama..."
Milletimiz, "Bir ateş ver, sigaramı yakayım" derken bile, cümlenin/dizenin başına "ah" eklemiştir. İzmir türküsünde olduğu gibi: "Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım / Sen sallan gel, ben boynuna bakayım..."
Mevlana gibi, "Aha da kızmışım ben" diyorsanız, o ayrı tabii.
Konu ta buralara gelmişken, Türk şiirinin önemli isimlerinden olan Cemal Süreya'yı anmamak olmaz. Cemal Süreya, sigarayı bıraktıktan sonra, bir yandan "Eskiden birinci işimdi sigara içmek / Şimdiyse içmemek birinci işim" diye yazar; bir yandan da "Acının birinci günü", "Acının ikinci günü" diye sigarasız geçen günlerini bir köşeye not eder.
İçkiye göz yumup da tütüne göz açtırmayanların, "tütünün kültürümüzdeki yerini" bildiklerini pek sanmıyorum. Bilselerdi eğer, "sigara yasak, içki verelim" gibi tuhaf bir durum ortaya çıkmazdı. Milli Gazete
Dikkat Şiir / Mevlana Celaleddin
“Şems, artık burada durulmaz der dostuna,acıtmaya başlamıştır gülbahçesini, dikenliklerden atılan taşlar.”
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun.. Etme! Başka bir yâr başka bir dosta meylediyorsun.. Etme!
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun.. Etme!
Çalma bizi bizden, gitme bizden o ellere doğru çalınmış başkalarına nazar ediyorsun.. Etme!
Ey ay felek harap olmuş alt üst olmuş senin için bizi öyle harap öyle alt üst ediyorsun.. Etme!
Ey makamı var ile yokun üzerinde olan ( kişi ) sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun.. Etme!
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan sen ayında evini yıkmaya kastediyorsun.. Etme!
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun.. Etme!
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun.. Etme!
Ey cennetin ve cehennemin elinde olduğu ( kişi ) bize cenneti öyle cehennem ediyorsun.. Etme!
Şekerliğimin içinde zehir olsan dokunmaz bize sen zehri şeker, şekeri zehrediyorsun.. Etme!
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun.. Etme!
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil aşkın baygınlığıyle ne diye meşk ediyorsun.. Etme!
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun.. Etme! Başka bir yâr başka bir dosta meylediyorsun.. Etme!
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun.. Etme!
Çalma bizi bizden, gitme bizden o ellere doğru çalınmış başkalarına nazar ediyorsun.. Etme!
Ey ay felek harap olmuş alt üst olmuş senin için bizi öyle harap öyle alt üst ediyorsun.. Etme!
Ey makamı var ile yokun üzerinde olan ( kişi ) sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun.. Etme!
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan sen ayında evini yıkmaya kastediyorsun.. Etme!
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun.. Etme!
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun.. Etme!
Ey cennetin ve cehennemin elinde olduğu ( kişi ) bize cenneti öyle cehennem ediyorsun.. Etme!
Şekerliğimin içinde zehir olsan dokunmaz bize sen zehri şeker, şekeri zehrediyorsun.. Etme!
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun.. Etme!
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil aşkın baygınlığıyle ne diye meşk ediyorsun.. Etme!
Yaşlı Kızılderiliden Hayata Dair Öğütler
"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz Adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak." "Yeryüzüne iyi muamale edin! O babanızın size bıraktığı kendi malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız." "Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse, insanoğlu büyük bir ruh yalnızlığı içinde ölecektir. Hayvanlara ne olduysa insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir."
"Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz. Lazım olduğu kadar Keser, kestiğimizin de hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve Kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşıdökecektir. Bu da bizim kalbimizi yaralar." "Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur." "Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır." "Nimet de külfet de 'Büyük Ruh' un elindedir. Bazen onun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır."
"Eğer sorsanız: 'Sessizlik nedir?' Cevap veririz: O Büyük Ruh' un sesidir. Yine sorsanız: 'Sessizliğin meyveleri nelerdir?' Cevap veririz: Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı.'" "Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz." "Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz. Sadece bir kişiye yardım et! O bile yeter." "İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır." "Ağlamaktan korkma!
Zihindeki ızdırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir."
"Her şey halkadır. Her birimiz kendi hareketlerinizden sorumluyuz. Hepsi döner dolaşır, bize geri gelir."
"Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz. Lazım olduğu kadar Keser, kestiğimizin de hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve Kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşıdökecektir. Bu da bizim kalbimizi yaralar." "Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur." "Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır." "Nimet de külfet de 'Büyük Ruh' un elindedir. Bazen onun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır."
"Eğer sorsanız: 'Sessizlik nedir?' Cevap veririz: O Büyük Ruh' un sesidir. Yine sorsanız: 'Sessizliğin meyveleri nelerdir?' Cevap veririz: Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı.'" "Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz." "Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz. Sadece bir kişiye yardım et! O bile yeter." "İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır." "Ağlamaktan korkma!
Zihindeki ızdırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir."
"Her şey halkadır. Her birimiz kendi hareketlerinizden sorumluyuz. Hepsi döner dolaşır, bize geri gelir."
Sağlığınız için yararlı 5 yiyecek!!!
Ziyafet denince aklınıza hangi yiyecekler geliyor? Birçok erkek için, bol biftek, kızarmış patates veya hamur işleri gelir. Peki ziyafet yemekleri sağlıklı olabilir mi? Foxnews'te yer alan habere göre, şaşırtıcı bir şekilde en sevdiğiniz yiyeceklerin sağlığınız için iyi olabildiği belirtiliyor.
Hamur işi: Yıllardır hamur işleri, kilo aldırdığı gerekçesiyle kötü bir üne sahip. Fakat, hamur işleri gerçekten kalsiyum, potasyum ve lif gibi ürün çeşitliliği sunuyor. Ve bugünlerde tam tahıl ya da karbonhidrat çeşitliliği sunan hamur işleri, her yerde yükselişe başladı. Ayrıca, pişmiş hamur işi yemeğinizin yanına brokoli, mantar, soğan ya da antioksidan bakımından zengin domates ekleyerek daha sağlıklı bir menü oluşturabilirsiniz.
Biftek: Kırmızı ve işlenmiş et tüketimiyle artan kanser riski ve kardiyovasküler hastalıklar arasındaki ilişki aklınıza gelebilir. Fakat makul ölçüde tüketilen yağsız biftek, sağlığınız için gerçekten faydalı olabilir. Yağsız et, büyük bir B6, B12 vitamini, selenyum, çinko, potasyum ve diğer birçok gerekli vitamin ve besin kaynağıdır.
Patates: Biftekten oluşan akşam yemeğinizi bir tabak kızarmış patatesle tamamlamak ister misiniz? Bu nişastalı patateslerin, sağlıklı oranda karbonhidrat içerdiğini bilmelisiniz. Ayrıca patateste C vitamini, lif, protein ve gibi gerekli besinler ile bir muzdan daha fazla potasyum var.
Kırmızı biber: Herkesin kırmızı biber için sır bir tarifi var, gurme şeflerinden ev kadınlarına kadar kime sorsanız hepsi kendisine ait en iyi tarifi anlatacaktır. Fakat, rekabet bir yana kırmızı biberin içerdiği sağlıklı maddeler yadsınamaz. Ayrıca biberler ve kırmızı biberde bulunan kapsaisin maddesi, termojenik bir etkiye sahip. Bu şu anlama geliyor: biberleri yedikten sonra 20 dakika boyunca vücudunuz ekstra kalori yakıyor. Ayrıca, biberi yavaş yavaş yemeniz halinde midenizin dolu olduğu şeklinde bir mesaj beyninize iletiliyor ve böylece aşırı yemek yememiş oluyorsunuz.
Kırmızı biberin rengi, içindeki temel içerik olan ve gerekli vitamin ile besinlerle dolu olan domatesten geliyor. Domates aynı zamanda güçlü bir antioksidan olan, erkeklerde prostat kanseri riskini yüzde 35' e kadar azaltan likopen içeriyor.
Çikolata: Eğer canınız yemekten sonra tatlı çekiyorsa, biraz çikolata yiyebilirsiniz. Flavanol ve antioksidan içeren kakao, kan basıncını düşürerek ve insülin direncini artırarak, kan damarlarındaki hücrelerin fonksiyonunu düzenleyerek ve HDL kolesterolü artırarak kalp sağlığını destekliyor. Alman araştırmacılara göre, kakao tüketenlerde kalp hastalığından ölüm riski yüzde 50 oranında azalıyor.
Hamur işi: Yıllardır hamur işleri, kilo aldırdığı gerekçesiyle kötü bir üne sahip. Fakat, hamur işleri gerçekten kalsiyum, potasyum ve lif gibi ürün çeşitliliği sunuyor. Ve bugünlerde tam tahıl ya da karbonhidrat çeşitliliği sunan hamur işleri, her yerde yükselişe başladı. Ayrıca, pişmiş hamur işi yemeğinizin yanına brokoli, mantar, soğan ya da antioksidan bakımından zengin domates ekleyerek daha sağlıklı bir menü oluşturabilirsiniz.
Biftek: Kırmızı ve işlenmiş et tüketimiyle artan kanser riski ve kardiyovasküler hastalıklar arasındaki ilişki aklınıza gelebilir. Fakat makul ölçüde tüketilen yağsız biftek, sağlığınız için gerçekten faydalı olabilir. Yağsız et, büyük bir B6, B12 vitamini, selenyum, çinko, potasyum ve diğer birçok gerekli vitamin ve besin kaynağıdır.
Patates: Biftekten oluşan akşam yemeğinizi bir tabak kızarmış patatesle tamamlamak ister misiniz? Bu nişastalı patateslerin, sağlıklı oranda karbonhidrat içerdiğini bilmelisiniz. Ayrıca patateste C vitamini, lif, protein ve gibi gerekli besinler ile bir muzdan daha fazla potasyum var.
Kırmızı biber: Herkesin kırmızı biber için sır bir tarifi var, gurme şeflerinden ev kadınlarına kadar kime sorsanız hepsi kendisine ait en iyi tarifi anlatacaktır. Fakat, rekabet bir yana kırmızı biberin içerdiği sağlıklı maddeler yadsınamaz. Ayrıca biberler ve kırmızı biberde bulunan kapsaisin maddesi, termojenik bir etkiye sahip. Bu şu anlama geliyor: biberleri yedikten sonra 20 dakika boyunca vücudunuz ekstra kalori yakıyor. Ayrıca, biberi yavaş yavaş yemeniz halinde midenizin dolu olduğu şeklinde bir mesaj beyninize iletiliyor ve böylece aşırı yemek yememiş oluyorsunuz.
Kırmızı biberin rengi, içindeki temel içerik olan ve gerekli vitamin ile besinlerle dolu olan domatesten geliyor. Domates aynı zamanda güçlü bir antioksidan olan, erkeklerde prostat kanseri riskini yüzde 35' e kadar azaltan likopen içeriyor.
Çikolata: Eğer canınız yemekten sonra tatlı çekiyorsa, biraz çikolata yiyebilirsiniz. Flavanol ve antioksidan içeren kakao, kan basıncını düşürerek ve insülin direncini artırarak, kan damarlarındaki hücrelerin fonksiyonunu düzenleyerek ve HDL kolesterolü artırarak kalp sağlığını destekliyor. Alman araştırmacılara göre, kakao tüketenlerde kalp hastalığından ölüm riski yüzde 50 oranında azalıyor.
-Kırkambar-
Neden? Niçin? Nasıl?
Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır?
Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da, bir rütbenin, bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil, yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi, Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların, yağmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu. Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler üretildi, ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı.
Biliyor musunuz?
Tavşan, başını çevirmeden aynı zamanda hem arkasını hem önünü görebilen bir hayvandır.İnsanlar parmak izinden, köpekler burun izinden. tanınır.
Uzay yolculuğunda taşınacak her fazla kilo için gerekli olan yakıt miktarı 530 kg`dır.
Sibirya`da insanlar sütü donmuş çubuk şeklinde satın alırlar.
Işık, bir saniyede Dünya`yı 8 defa dolaşabilir.
Pratik Bilgiler:
Değersiz olarak gördüğünüz limon kabuklarını güneşli bir yere koyup kurutursanız, özellikle isli ve yağlı mutfak eşyalarınızı ovarken şaşırtıcı sonuçlar alabilirsiniz.
Sodalı içeceklerin gazlarının kaçmasını engellemek için buzdolabının içine başaşağı yerleştirin.
Açılmakta direnen cam kavanozların altına sert bir şekilde vurursanız açılacaklardır.
Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır?
Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da, bir rütbenin, bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil, yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi, Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların, yağmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu. Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler üretildi, ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı.
Biliyor musunuz?
Tavşan, başını çevirmeden aynı zamanda hem arkasını hem önünü görebilen bir hayvandır.İnsanlar parmak izinden, köpekler burun izinden. tanınır.
Uzay yolculuğunda taşınacak her fazla kilo için gerekli olan yakıt miktarı 530 kg`dır.
Sibirya`da insanlar sütü donmuş çubuk şeklinde satın alırlar.
Işık, bir saniyede Dünya`yı 8 defa dolaşabilir.
Pratik Bilgiler:
Değersiz olarak gördüğünüz limon kabuklarını güneşli bir yere koyup kurutursanız, özellikle isli ve yağlı mutfak eşyalarınızı ovarken şaşırtıcı sonuçlar alabilirsiniz.
Sodalı içeceklerin gazlarının kaçmasını engellemek için buzdolabının içine başaşağı yerleştirin.
Açılmakta direnen cam kavanozların altına sert bir şekilde vurursanız açılacaklardır.
03 Haziran, 2009
Dergimizin 25. Sayısı Çıktı
Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil / Sezai Karakoç
<><><><><><><><><>
Dikkat et!!!
"Düşüncelerine dikkat et;
Sözlere dönüşüyorlar,
Sözlerine dikkat et;
Eyleme dönüşüyorlar,
Eylemlerine dikkat et;
Alışkanlıklarına dönüşüyorlar,
Alışkanlıklarına dikkat et;
Kişiliğine dönüşüyorlar,
Kişiliğine dikkat et;
Kişiliğin kaderin oluyor!"
Frank Outlow
<><><><><><><><><>
Dikkat et!!!
"Düşüncelerine dikkat et;
Sözlere dönüşüyorlar,
Sözlerine dikkat et;
Eyleme dönüşüyorlar,
Eylemlerine dikkat et;
Alışkanlıklarına dönüşüyorlar,
Alışkanlıklarına dikkat et;
Kişiliğine dönüşüyorlar,
Kişiliğine dikkat et;
Kişiliğin kaderin oluyor!"
Frank Outlow
Sen Vahy Nedir Bilir misin? / Sezai Karakoç
Kim ruhunda bir sıkıntı duyuyorsa; Vahye koşsun...
Kim çözülmez bir problemin karşısında kalmışsa; Vahye başvursun...
Kim yol arıyorsa; Vahye doğrulsun...
Kim yücelmesini bir yerde durdurmamışsa, daha da ilerlemek istiyorsa; Vahyin çağrısına uysun...
Kim kurtulmak istiyorsa; Vahyin gitsin...
Kim “kurtarma eri” olmak istiyorsa; Vahiy okulunda okusun;
Çünkü; Vahyin okulu her yerde açık:
Dağlarda, köylerde, kasabalarda, şehirlerde...
İnsanlığın hocası Kur’an’dır...
Önderi de O’dur, koruyucusu da...
Kim geri çevrilmez bir ölümle karşılaşmışsa; Tesellisini Kur’an’da bulsun...
Kim hayatına ebediliğin soluğunu yerleştirmek istiyorsa;Kur’an ahlâkıyla ahlaklanmaya çalışsın...
Kim inançta, düşüncede ve davranışta sağlam bir ölçü arıyorsa; Kur’an’a yapışsın...
Kur’an, öyle bir merhemdir ki:
Sesi ayrı derde, sözü ayrı derde,
Anlamı ayrı derde, te’vili ayrı derde,
Hikmeti ayrı derde, hükmü ayrı derde,
Kıssası ayrı derde çaredir...
Kur’an’dır bütün dertlere çare olan...
Kim çözülmez bir problemin karşısında kalmışsa; Vahye başvursun...
Kim yol arıyorsa; Vahye doğrulsun...
Kim yücelmesini bir yerde durdurmamışsa, daha da ilerlemek istiyorsa; Vahyin çağrısına uysun...
Kim kurtulmak istiyorsa; Vahyin gitsin...
Kim “kurtarma eri” olmak istiyorsa; Vahiy okulunda okusun;
Çünkü; Vahyin okulu her yerde açık:
Dağlarda, köylerde, kasabalarda, şehirlerde...
İnsanlığın hocası Kur’an’dır...
Önderi de O’dur, koruyucusu da...
Kim geri çevrilmez bir ölümle karşılaşmışsa; Tesellisini Kur’an’da bulsun...
Kim hayatına ebediliğin soluğunu yerleştirmek istiyorsa;Kur’an ahlâkıyla ahlaklanmaya çalışsın...
Kim inançta, düşüncede ve davranışta sağlam bir ölçü arıyorsa; Kur’an’a yapışsın...
Kur’an, öyle bir merhemdir ki:
Sesi ayrı derde, sözü ayrı derde,
Anlamı ayrı derde, te’vili ayrı derde,
Hikmeti ayrı derde, hükmü ayrı derde,
Kıssası ayrı derde çaredir...
Kur’an’dır bütün dertlere çare olan...
Ey Kutsal Ağrı! / A. Ali Ural
Ey kutsal ağrı!
Saklandığın yerden çık! Yalnız kendimizi değil, çevremizi de yakıp yıkıyoruz! biz acı duymayanlar ahalisi, akan kanımızı boş gözlerle, bir nehir gibi seyrediyor, kopan ayağımıza vitrinlerden ayakkabı beğeniyoruz.
Ey kutsal ağrı!
Biz böyle olsun istememiştik. Canımız yanmasın diye ektiğimiz haşhaş tarlaları üzerinde, binlerce çıngıraklı yılanın dolaştığı, ama çıt çıkarmayan saraylar inşa ettik. Ağrımayan başımıza, ışıldamayan binlerce gözle süslenmiş taçlar giydik. Mazlumların seslerini yalıtmak için, ahşap pencerelerimizi plastik pencerelerle değiştirdik.
Ey kutsal ağrı!
En büyük ağırlıkları taşımamızı sağlayan derin,t uzlu suda yüzmek için daha ne bekliyorsun! Suyun kaldırma gücünü artıran tuz değil mi? Tuzlu, yani acı suda yüzebilir, ruhun ve bedenin dünya tartılarıyla ölçülemeyen ağırlıklarını o saydam gemiye yükleyebilirsin.
Ey kutsal ağrı!
Sor en son ne zaman ağladık! Her gün ama her gün gazetelerimizin sayfalarını yakmayan o soğuk ateşlerle, bedenimizin ve ruhumuzun duyarlılığını nasılda kundakladık! Artık hiçbir cinnet, cinayet, gasp, tecavüz ve işkence etkilemiyor bizi Komşumuzun evinden yükselen alevler dokunmuyor evlerimize. Madenciler yerin yüzlerce altından cevherleri çıkarta dursun, hiçbir haksızlık gözümüzden bir damla yaş çıkartamıyor.
Ey kutsal ağrı!
Gel ve sessizliğimizi boz. Kulakları sağır etsin çınlayan sesin! Başımızdaki tacımızı ağrıdan bir çelenkle değiştir! Acı çekmeye başlamazsak yanmaktan kurtulamayacağız!..
“Makyaj yapan ölüler”
Acı Duymayan Çocuk'tan...
Saklandığın yerden çık! Yalnız kendimizi değil, çevremizi de yakıp yıkıyoruz! biz acı duymayanlar ahalisi, akan kanımızı boş gözlerle, bir nehir gibi seyrediyor, kopan ayağımıza vitrinlerden ayakkabı beğeniyoruz.
Ey kutsal ağrı!
Biz böyle olsun istememiştik. Canımız yanmasın diye ektiğimiz haşhaş tarlaları üzerinde, binlerce çıngıraklı yılanın dolaştığı, ama çıt çıkarmayan saraylar inşa ettik. Ağrımayan başımıza, ışıldamayan binlerce gözle süslenmiş taçlar giydik. Mazlumların seslerini yalıtmak için, ahşap pencerelerimizi plastik pencerelerle değiştirdik.
Ey kutsal ağrı!
En büyük ağırlıkları taşımamızı sağlayan derin,t uzlu suda yüzmek için daha ne bekliyorsun! Suyun kaldırma gücünü artıran tuz değil mi? Tuzlu, yani acı suda yüzebilir, ruhun ve bedenin dünya tartılarıyla ölçülemeyen ağırlıklarını o saydam gemiye yükleyebilirsin.
Ey kutsal ağrı!
Sor en son ne zaman ağladık! Her gün ama her gün gazetelerimizin sayfalarını yakmayan o soğuk ateşlerle, bedenimizin ve ruhumuzun duyarlılığını nasılda kundakladık! Artık hiçbir cinnet, cinayet, gasp, tecavüz ve işkence etkilemiyor bizi Komşumuzun evinden yükselen alevler dokunmuyor evlerimize. Madenciler yerin yüzlerce altından cevherleri çıkarta dursun, hiçbir haksızlık gözümüzden bir damla yaş çıkartamıyor.
Ey kutsal ağrı!
Gel ve sessizliğimizi boz. Kulakları sağır etsin çınlayan sesin! Başımızdaki tacımızı ağrıdan bir çelenkle değiştir! Acı çekmeye başlamazsak yanmaktan kurtulamayacağız!..
“Makyaj yapan ölüler”
Acı Duymayan Çocuk'tan...
Üzülme! / Senai Demirci
Üzülme!
Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!
Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.
Üzülme!
Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki…
Üzülme!
Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki… Gözden çıkarmamış olmalı seni.
Üzülme!
Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.
Üzülme!
Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki… Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.
Üzülme! Seni bir “İşiten” var. Seni, senin kendini bile sevmenden önce O sevdi. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.
Üzülme!
Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin. Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, Senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.
Üzülme!
O’nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan göz yaşları içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: “Lâ tahzen, innAllahe meânâ.”
Üzülme!
Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. “Rabbin sana küsmedi ki…” Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. “Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki…”
Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!
Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.
Üzülme!
Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki…
Üzülme!
Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki… Gözden çıkarmamış olmalı seni.
Üzülme!
Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.
Üzülme!
Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki… Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.
Üzülme! Seni bir “İşiten” var. Seni, senin kendini bile sevmenden önce O sevdi. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.
Üzülme!
Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin. Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, Senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.
Üzülme!
O’nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan göz yaşları içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: “Lâ tahzen, innAllahe meânâ.”
Üzülme!
Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. “Rabbin sana küsmedi ki…” Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. “Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki…”
Tablo
Genç kadın, galerinin önüne geldiğinde durdu. İçeride, duvarlara asılmış yağlı boya tablolar ve bunları görmek için gelen insanlar vardı. Girmeye niyeti olmadığı halde, kendini, resimleri görmek için gelenlerin arasında buldu. Buraya niye girdiğini bilmiyordu. İlk kez bir sergideydi. Ne tarafa gideceğinden emin olmadığı için adımları tedirgindi. Hangi resme bakacağına karar veremediği için, tabloların önünde durmuyordu. Durduğunda, birinin resim hakkında düşüncesini sormasından çekiniyordu. Etrafa bakınırken, nasıl olduysa biriyle çarpıştı. Dönüp bakarken göz göze geldiği adamın bir de ayağına bastı. Utandı. Fark edilmemek isterken, odak noktası oldu. Özür dileyip hemen oradan uzaklaştı. Sakinleşmeye çalışarak yürüdü.
Hafif müzik, parfüm, boya ve ahşap karışımı koku, aralarında sessizce konuşanların mırıltılarıyla oluşan hava, kadını rahatlattı. Resimleri biraz daha net görmeye başladı. Bir birinden güzel renklerle oluşmuş ev, ağaç, deniz ve dağ manzaraları vardı. Adımlarını daha emin atıyor, ilerledikçe çekingenliğini de geride bırakıyordu.
Önünde durduğu ilk tabloda, bir gündoğumu resmedilmişti. İlkbaharın bütün izleri vardı. Güneş, rengi kızıldan sarıya doğru giden geniş yelpazesini açıyordu. Ağaç dallarına yeşilin tazeliği, otlara gece serinliğinin damlacıkları konmuştu. Uzaktaki evin bacasından tütmeye başlayan duman, içerideki uyanışı gösteriyordu. Belki huzurlu bir yaşamın, belki de sıkıntının, başarı ya da büyük bir kaybın öyküsünü anlatıyordu. Genç kadın, evde süre gelen bir mutluluk hayaliyle diğer tabloya bakmak için biraz ilerledi.
İç içe girmiş renkler; gri, mor, siyah, lacivert, karanlığı örtmek için bunların üzerlerine atılmış turuncu, sarı, kırmızı, pembe ve beyazlar. Bu kargaşanın içinde insan figürleri, yüzlerde tebessüm, kibir, eğlence, kimindeyse tasa ve yalnızlık vardı. Resme bakarken, koca sütunları, tavandan sarkan ışıltılı kristal avizeleri, en güzel renk ve desenlerdeki acem halılarıyla süslenmiş, muhteşem salonda düzenlenen baloyu gördü. Müziğin sesi, dans edenlerin adımlarıyla birlikte kulağına geliyor, konuşmalar kahkahalara karışıyordu.
Bir gölgenin ardında gördüğü sinsi bakışın pırıltısı, kadının gözünü kamaştırdı. Sonra gencecik bir yüz çıktı sahneye. Asil, zarif ve masum bir hali vardı. Başı bir süre bu karışık renklerin arasında döndü döndü. Kendini, eğlencenin içinde kaybetti. Ayıldığındaysa…
Karşısında boş bir çerçeve vardı. Biraz daha dikkatli baktığında bunun da resim olduğunu anladı. Kahverengi toprak ve uzakta, bir kısmı gömülü sütunlar vardı. Tabloya yaklaştı, seçmeye çalıştı. Ayakta dimdik duran insanlar. Geri çekildi. Çorak, ıssız olan bir yer ve burayı kuşatmaya gelen insanlar. Resim, karamsar ve soğuktu.
Vakit bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Galeriye gelenler yavaş yavaş azalıyordu. Genç kadın, zamanı düşünmeyip, diğer tabloya geçti.
Güneş batmaya yakın, deniz bakır renkte, dalgalar beton iskelenin altından yakıcı bir ümitsizlikle akıyordu. Kızıla boyanmış gökyüzündeki siyah martılar, uzaklara giden geminin peşindeydi. İskelenin ucunda, yüzü denize dönük, esen rüzgârla saçları ve eteği savrulan bir kadın vardı. Giden geminin ardında öylece kalmıştı; ne onu geri döndürmeye ne de içinde olmaya artık imkân yoktu. Genç kadın bu tabloya baktığında bunları görmüştü.
Kadın sergiden çıkmak için kapıya yöneldiğinde, içeri girdiği zamanki gibi şimdi de neden dışarı çıktığını bilmiyordu. Adımları ağır, düşüncesi ne olacağını bilmez durumdaydı. Sergi çok güzel hazırlanmış, yağlı boya tablolar bin bir renk ve yaşamla boyanmıştı. Hepsi görülmeye değerdi. Dışarı çıktığında kendisini bekleyen araca istemese de bindi.
Herkes gitmiş, galeri kapanmıştı. Güvenlik görevlisi de son kez etrafı kontrol edip gidecekti. Yalnız tabloları aydınlatan şalterin dışında bütün elektriği kapattı. Anahtarları ve özel eşyalarını aldı. Tam çıkacakken resimleri aydınlatan apliklerden birinin yanmadığını gördü. Gidip kontrol etti. Ampul patlamıştı. Yenisiyle değiştirdi. Aydınlanan resme baktığında, kahverengi toprağı ve sıra sıra dizilmiş olan insanları gördü. En öndeyse, gündüz çarpıştığı kadın vardı.
Delikız
Hafif müzik, parfüm, boya ve ahşap karışımı koku, aralarında sessizce konuşanların mırıltılarıyla oluşan hava, kadını rahatlattı. Resimleri biraz daha net görmeye başladı. Bir birinden güzel renklerle oluşmuş ev, ağaç, deniz ve dağ manzaraları vardı. Adımlarını daha emin atıyor, ilerledikçe çekingenliğini de geride bırakıyordu.
Önünde durduğu ilk tabloda, bir gündoğumu resmedilmişti. İlkbaharın bütün izleri vardı. Güneş, rengi kızıldan sarıya doğru giden geniş yelpazesini açıyordu. Ağaç dallarına yeşilin tazeliği, otlara gece serinliğinin damlacıkları konmuştu. Uzaktaki evin bacasından tütmeye başlayan duman, içerideki uyanışı gösteriyordu. Belki huzurlu bir yaşamın, belki de sıkıntının, başarı ya da büyük bir kaybın öyküsünü anlatıyordu. Genç kadın, evde süre gelen bir mutluluk hayaliyle diğer tabloya bakmak için biraz ilerledi.
İç içe girmiş renkler; gri, mor, siyah, lacivert, karanlığı örtmek için bunların üzerlerine atılmış turuncu, sarı, kırmızı, pembe ve beyazlar. Bu kargaşanın içinde insan figürleri, yüzlerde tebessüm, kibir, eğlence, kimindeyse tasa ve yalnızlık vardı. Resme bakarken, koca sütunları, tavandan sarkan ışıltılı kristal avizeleri, en güzel renk ve desenlerdeki acem halılarıyla süslenmiş, muhteşem salonda düzenlenen baloyu gördü. Müziğin sesi, dans edenlerin adımlarıyla birlikte kulağına geliyor, konuşmalar kahkahalara karışıyordu.
Bir gölgenin ardında gördüğü sinsi bakışın pırıltısı, kadının gözünü kamaştırdı. Sonra gencecik bir yüz çıktı sahneye. Asil, zarif ve masum bir hali vardı. Başı bir süre bu karışık renklerin arasında döndü döndü. Kendini, eğlencenin içinde kaybetti. Ayıldığındaysa…
Karşısında boş bir çerçeve vardı. Biraz daha dikkatli baktığında bunun da resim olduğunu anladı. Kahverengi toprak ve uzakta, bir kısmı gömülü sütunlar vardı. Tabloya yaklaştı, seçmeye çalıştı. Ayakta dimdik duran insanlar. Geri çekildi. Çorak, ıssız olan bir yer ve burayı kuşatmaya gelen insanlar. Resim, karamsar ve soğuktu.
Vakit bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Galeriye gelenler yavaş yavaş azalıyordu. Genç kadın, zamanı düşünmeyip, diğer tabloya geçti.
Güneş batmaya yakın, deniz bakır renkte, dalgalar beton iskelenin altından yakıcı bir ümitsizlikle akıyordu. Kızıla boyanmış gökyüzündeki siyah martılar, uzaklara giden geminin peşindeydi. İskelenin ucunda, yüzü denize dönük, esen rüzgârla saçları ve eteği savrulan bir kadın vardı. Giden geminin ardında öylece kalmıştı; ne onu geri döndürmeye ne de içinde olmaya artık imkân yoktu. Genç kadın bu tabloya baktığında bunları görmüştü.
Kadın sergiden çıkmak için kapıya yöneldiğinde, içeri girdiği zamanki gibi şimdi de neden dışarı çıktığını bilmiyordu. Adımları ağır, düşüncesi ne olacağını bilmez durumdaydı. Sergi çok güzel hazırlanmış, yağlı boya tablolar bin bir renk ve yaşamla boyanmıştı. Hepsi görülmeye değerdi. Dışarı çıktığında kendisini bekleyen araca istemese de bindi.
Herkes gitmiş, galeri kapanmıştı. Güvenlik görevlisi de son kez etrafı kontrol edip gidecekti. Yalnız tabloları aydınlatan şalterin dışında bütün elektriği kapattı. Anahtarları ve özel eşyalarını aldı. Tam çıkacakken resimleri aydınlatan apliklerden birinin yanmadığını gördü. Gidip kontrol etti. Ampul patlamıştı. Yenisiyle değiştirdi. Aydınlanan resme baktığında, kahverengi toprağı ve sıra sıra dizilmiş olan insanları gördü. En öndeyse, gündüz çarpıştığı kadın vardı.
Delikız
Ne bekliyoruz çocuklarımızdan? / Gökhan Özcan
Sorsanız hepimiz çok seviyoruz çocuklarımızı. Ama hiç gözümüzü kırpmadan yıllar boyu sürecek bir mahkûmiyete gönüllü yazdırıyoruz onları. Kaynağını bizim başarısızlıklarımızdan ve sonu gelmez gelecek kaygılarımızdan alan kıyıcı cenderenin içine sokuyoruz. Beş ya da en çok altı yaşında başlayan yirmili yaşların ortalarına kadar süren bir kâbusun, dünyaya kapalı bir hücre hayatının içine...
Çocukluklarını, gençliklerini, ilk olgunlaşma yıllarını ellerinden alıyor ve işe yaradığı kuşkulu birer imzalı kâğıt veriyoruz ellerine. Aldıklarımızla verdiğimiz arasındaki fark korkunç... Ama sorarsanız biz çok seviyoruz onları, ne yaparsak sevdiğimizden yapıyoruz. Hayatta sıkıntı çekmesinler, rahat yaşasınlar istiyoruz. Ama çocukluğu, gençliği, ilk olgunlaşma yılları hiç yaşanmamış bir hayat hangi güzel geleceğe bağlanabilir? Okuldan dershaneye, hazırlıktan sınava bir pingpong topu gibi gidip gelen bu genç dimağlar, yaşamanın, insan olmanın, ruhlarını derinleştirecek duygulara sahip olmanın şuuruna ne zaman erişebilirler? Okullarda ne öğretiyoruz onlara?
Dürüst olalım; daha çok sınavlarda işlerine yarayabilecek şeyleri, hayatta değil! Sınavlar ne kazandırıyor peki bize! İyi ihtimalle bir iş, kötü ihtimalle sadece bir diploma! Ya hayat bilgisi! Maalesef adı var kendi yok bir bilim bu okullarda! Hem zaten hayatın bilgisi, dört duvarın içine hapsederek öğretilebilir mi çocuklara? Sınavları bile boşlukları doldurmak, şıklardan birini seçmek üstüne... Cümle kurmak, tarifini yapmak, tasvir etmek, hayalini kurmak, doğrusunu aramak gibi zihin açıcı-kalp kuşandırıcı çabalara yer yok. Bunlara vakit yok! Biz bir yere yetişmek zorundayız! Nereye? Daha güzel yarınlara!
Peki bugün? Bugünleri o güzel yarınları elde edebilmek için bozdurup harcıyoruz! O güzel yarınlar mutlaka gelecek mi? Bilmem, ben kırk yıldır bekliyorum, gelmedi. Hayatımda güzel olan ne varsa, o yarınların peşinde koşuşturmaktan vazgeçme cesaretini gösterdiğim zamanlardan kalma! Ne zaman bugünle ilgilendim, gerçekten bir hayatım oldu, yaşanılabilir, dokunulabilir, hissedilebilir... Biliyorum ki o güzel yarınlar insafsızca uydurulmuş bir ütopya! Kedi kuyruğunu kovalayarak ne yakalayabilirse, bizim o ütopyanın peşinde koşarak elde edeceğimiz şey de odur. Kabul etmesi zor ama çocuklarımızın da öyle! Etrafınıza bakın! Eğer gerçekten samimiyetle, dürüstlükle, açık gönüllülükle bakıyorsanız, göreceksiniz: Hayatın içi hızla boşalıyor! İnsan sayısı arttıkça insansızlığı artıyor dünyanın! Bu zamanın bize oynadığı bir oyun mu?
Değil, bu berbat tuzağı biz kendi ellerimizle kuruyor kendimize!
Çocuklarımızı seviyoruz evet, ama sevme biçimimiz solduruyor onları. Ne hissedeceğini bilmeyen, hayattan alamadığı duyguları klişelerden alan, insan olmaya çalıştıkça endüstriyel ağlara yakalanan, yaşamaya çalıştıkça esaretini büyüten oyuncaklar olmaya mahkûm ediyoruz. Bizden daha iyi bir hayatları olsun diye yaptıklarımız, hayatsız bırakıyor düpedüz onları! Ve işin asıl kahırlı yanı, farkında bile değiller aslında yaşamadıklarının, yaşayamadıklarının! Ve işin asıl acıklı yanı, bizim kurduğumuzdan çok daha güzel bir dünya kurmalarını bekliyoruz bu çocuklardan. Bunu yapmayı gerçekten istediklerini farzedelim; neyle kuracaklar o dünyayı, hangi hayat bilgisi, hangi insanlık tecrübesiyle! Zevkleri trendlerden, duyguları dizilerden, kahramanları kliplerden, öfkeleri sloganlardan, idealleri testlerden, fikirleri klişelerden, hayalleri bizim kahrolası hedeflerimizden...
Gerçekten ne bekliyoruz biz çocuklarımızdan?
YeniŞafak Gazetesi
Çocukluklarını, gençliklerini, ilk olgunlaşma yıllarını ellerinden alıyor ve işe yaradığı kuşkulu birer imzalı kâğıt veriyoruz ellerine. Aldıklarımızla verdiğimiz arasındaki fark korkunç... Ama sorarsanız biz çok seviyoruz onları, ne yaparsak sevdiğimizden yapıyoruz. Hayatta sıkıntı çekmesinler, rahat yaşasınlar istiyoruz. Ama çocukluğu, gençliği, ilk olgunlaşma yılları hiç yaşanmamış bir hayat hangi güzel geleceğe bağlanabilir? Okuldan dershaneye, hazırlıktan sınava bir pingpong topu gibi gidip gelen bu genç dimağlar, yaşamanın, insan olmanın, ruhlarını derinleştirecek duygulara sahip olmanın şuuruna ne zaman erişebilirler? Okullarda ne öğretiyoruz onlara?
Dürüst olalım; daha çok sınavlarda işlerine yarayabilecek şeyleri, hayatta değil! Sınavlar ne kazandırıyor peki bize! İyi ihtimalle bir iş, kötü ihtimalle sadece bir diploma! Ya hayat bilgisi! Maalesef adı var kendi yok bir bilim bu okullarda! Hem zaten hayatın bilgisi, dört duvarın içine hapsederek öğretilebilir mi çocuklara? Sınavları bile boşlukları doldurmak, şıklardan birini seçmek üstüne... Cümle kurmak, tarifini yapmak, tasvir etmek, hayalini kurmak, doğrusunu aramak gibi zihin açıcı-kalp kuşandırıcı çabalara yer yok. Bunlara vakit yok! Biz bir yere yetişmek zorundayız! Nereye? Daha güzel yarınlara!
Peki bugün? Bugünleri o güzel yarınları elde edebilmek için bozdurup harcıyoruz! O güzel yarınlar mutlaka gelecek mi? Bilmem, ben kırk yıldır bekliyorum, gelmedi. Hayatımda güzel olan ne varsa, o yarınların peşinde koşuşturmaktan vazgeçme cesaretini gösterdiğim zamanlardan kalma! Ne zaman bugünle ilgilendim, gerçekten bir hayatım oldu, yaşanılabilir, dokunulabilir, hissedilebilir... Biliyorum ki o güzel yarınlar insafsızca uydurulmuş bir ütopya! Kedi kuyruğunu kovalayarak ne yakalayabilirse, bizim o ütopyanın peşinde koşarak elde edeceğimiz şey de odur. Kabul etmesi zor ama çocuklarımızın da öyle! Etrafınıza bakın! Eğer gerçekten samimiyetle, dürüstlükle, açık gönüllülükle bakıyorsanız, göreceksiniz: Hayatın içi hızla boşalıyor! İnsan sayısı arttıkça insansızlığı artıyor dünyanın! Bu zamanın bize oynadığı bir oyun mu?
Değil, bu berbat tuzağı biz kendi ellerimizle kuruyor kendimize!
Çocuklarımızı seviyoruz evet, ama sevme biçimimiz solduruyor onları. Ne hissedeceğini bilmeyen, hayattan alamadığı duyguları klişelerden alan, insan olmaya çalıştıkça endüstriyel ağlara yakalanan, yaşamaya çalıştıkça esaretini büyüten oyuncaklar olmaya mahkûm ediyoruz. Bizden daha iyi bir hayatları olsun diye yaptıklarımız, hayatsız bırakıyor düpedüz onları! Ve işin asıl kahırlı yanı, farkında bile değiller aslında yaşamadıklarının, yaşayamadıklarının! Ve işin asıl acıklı yanı, bizim kurduğumuzdan çok daha güzel bir dünya kurmalarını bekliyoruz bu çocuklardan. Bunu yapmayı gerçekten istediklerini farzedelim; neyle kuracaklar o dünyayı, hangi hayat bilgisi, hangi insanlık tecrübesiyle! Zevkleri trendlerden, duyguları dizilerden, kahramanları kliplerden, öfkeleri sloganlardan, idealleri testlerden, fikirleri klişelerden, hayalleri bizim kahrolası hedeflerimizden...
Gerçekten ne bekliyoruz biz çocuklarımızdan?
YeniŞafak Gazetesi
Fâni Dünya / Anonim
Birkaç arkadaş bir olup hava almak ve eğlenmek için dolaşmaya çıkmışlar. Köyün dışından geçen bir derenin kenarındaki patika yoldan giderlerken bakmışlar ki bir adam derenin akan köpüklü sularının tam ortasında arkasında bir sandık, kafasında fıçı çemberinden yapılmış bir takke, ortasında sallanan bir çanla, çangur çungur ayakta çalkalanıp duruyor. Kendi kendine de durmadan konuşuyor. Adamcağız aklını kaçırmış gâlibâ demişler. Hele bir bakalım deyip adama sokulmuşlar. İçlerinden biri:
“Merhaba hemşerim” demiş. Adam “Merhaba kardeşlik” diye cevap vermiş.
“Suyun içinde ne çalkalanıp duruyorsun öyle?”
“Bizim köyün imamı câminin kilimlerini temizletmek istiyordu da ver ben temizleyip getireyim dedim. Ayağımın altında kilimler var. Onları yıkıyorum. İmam buna karşılık çıkarıp bana üç-beş kuruş verirse, fânî dünyâda geçinir gideriz.”
“Eee peki, o kafandaki çan ne?”
“Çan mı? Haa… Şu gördüğünüz tarla Hacı Receb’in tarlasıdır. Bu sene oraya bakla ekti. Kargalar deşip deşip yiyorlar. Ben kilimleri yıkarken nasıl olsa sallanacağım, sallanınca da çan çalacak değil mi? Kargalar korkup kaçarsa, zararları az olur. Receb de buna karşılık bana bir çuval bakla verirse, şu fânî dünyâda yeriz geçiniriz.”
“Eee pekâlâ o sırtındaki sandık de?”
“O mu? Yayık.Bakkal Ahmed Efendi ineklerinin sütünden yayıkla yağ yapar. Ben nasıl olsa sallanıyorum, sen yayığı getir benim sırtıma bağla, yağ olunca getirip sana veririm dedim. Yağdan bir avuç da bana verirse, şu fânî dünyâ da biz de yer geçiniriz dedim de.”
“Çok güzel. O elinde ördüğün şey ne?”
“Bu mu? Kahyâ Ali Efendi’nin oğlu Erzurum’a askerliğe gitti. Çok soğuk olurmuş oralar. Kalın fanila ördürmek istedi. Benim de ellerim boş, getir bana örüvereyim dedim. Bunun için de bana birkaç kuruş verirse, fânî dünyâda geçimime bir ek olur diye düşündüm.”
“Hay Allah çok hoş yâhu, öyleyse kendi kendine ne konuşup duruyorsun öyle?”
“Yok canım, ben ne konuşacağım. Bizim muhtarın kızı sizlere ömür geçen hafta rahmetli oldu da. Âilesi ona bir Yâsin okutmak istedi. Benim de ağızım boş. Yâsîn de ezberimde. Ben okuyuvereyim dedim. Onu okuyordum. Ne yaparsın fânî dünyâ.”
Soruları soran adam hayretle gülmüş ve : “Bunların hepsi iyi ya, şu dünyâ bâkî olsaydı ne yapardın acaba”demiş
“Merhaba hemşerim” demiş. Adam “Merhaba kardeşlik” diye cevap vermiş.
“Suyun içinde ne çalkalanıp duruyorsun öyle?”
“Bizim köyün imamı câminin kilimlerini temizletmek istiyordu da ver ben temizleyip getireyim dedim. Ayağımın altında kilimler var. Onları yıkıyorum. İmam buna karşılık çıkarıp bana üç-beş kuruş verirse, fânî dünyâda geçinir gideriz.”
“Eee peki, o kafandaki çan ne?”
“Çan mı? Haa… Şu gördüğünüz tarla Hacı Receb’in tarlasıdır. Bu sene oraya bakla ekti. Kargalar deşip deşip yiyorlar. Ben kilimleri yıkarken nasıl olsa sallanacağım, sallanınca da çan çalacak değil mi? Kargalar korkup kaçarsa, zararları az olur. Receb de buna karşılık bana bir çuval bakla verirse, şu fânî dünyâda yeriz geçiniriz.”
“Eee pekâlâ o sırtındaki sandık de?”
“O mu? Yayık.Bakkal Ahmed Efendi ineklerinin sütünden yayıkla yağ yapar. Ben nasıl olsa sallanıyorum, sen yayığı getir benim sırtıma bağla, yağ olunca getirip sana veririm dedim. Yağdan bir avuç da bana verirse, şu fânî dünyâ da biz de yer geçiniriz dedim de.”
“Çok güzel. O elinde ördüğün şey ne?”
“Bu mu? Kahyâ Ali Efendi’nin oğlu Erzurum’a askerliğe gitti. Çok soğuk olurmuş oralar. Kalın fanila ördürmek istedi. Benim de ellerim boş, getir bana örüvereyim dedim. Bunun için de bana birkaç kuruş verirse, fânî dünyâda geçimime bir ek olur diye düşündüm.”
“Hay Allah çok hoş yâhu, öyleyse kendi kendine ne konuşup duruyorsun öyle?”
“Yok canım, ben ne konuşacağım. Bizim muhtarın kızı sizlere ömür geçen hafta rahmetli oldu da. Âilesi ona bir Yâsin okutmak istedi. Benim de ağızım boş. Yâsîn de ezberimde. Ben okuyuvereyim dedim. Onu okuyordum. Ne yaparsın fânî dünyâ.”
Soruları soran adam hayretle gülmüş ve : “Bunların hepsi iyi ya, şu dünyâ bâkî olsaydı ne yapardın acaba”demiş
Dikkat! Unutkan mısınız?
Harvard Tıp Okulu Öğretim Üyesi Dr. Aoron P. Nelson, hafızayı güçlü tutmanın pek çok püf noktası olduğunu ifade ederek, temel kuralları şöyle sıralıyor:
"Hipertansiyonu ve kolesterol yüksekliği sorununu önleyin. Kalbiniz için kötü olanın beyniniz için de kötüdür. Alkolü bırakın. Alkol beyin hücrelerini tahrip etmektedir. İyi ve kaliteli uyku uyuyun. Kaliteli uyku beynin yeni öğrenilenleri pekiştirmesini sağlar. Öğrenilmiş bilgilerin pekiştirilmesinin uzun süreli belleğin en önemli desteği olduğu biliniyor. Stresinizi iyi yönetin. Ölçülü ve kontrollü stres dikkati yoğunlaştırmakta, odaklanmayı arttırmaktadır.
Kontrolsüz, uzun süreli ve aşırı stres ise dikkati sürdürme kapasitesini yok etmekte, unutkanlığı tetiklemekte, kortizol hormonunu yükselterek beynin bellek için önemli bölümlerinde hasar geliştirmektedir."
Yeni şeyler öğrenmenin unutkanlığı azalttığını kaydeden Nelson, "Her yeni bilgi ve beceri birer bellek egzersizidir. Yeni sporlar, hobiler, araştırma alanları, heyecanlı ve zevkli problemler, ezberlenen yeni şiirler ve yeni diller beyniniz için en güçlü vitaminlerdir. Tembelliği bırakın. Zihinsel faaliyetlerinizi sınırlamayın. Özellikle televizyon seyretmek gibi pasif faaliyetleri azaltın. Her gün egzersiz yapın. Günde 30-45 dakika, haftada en az 4 gün yürümeye çalışın. Özellikle yürümenin beyin sağlığı ve yeniden yapılanma sürecini olumlu yönde etkilediğini gösteren çok sayıda kanıt var. Kullandığınız ilaçları gözden geçirin. Beyni etkileyen ilaçları doktor önerisi olmadan kullanmayın. Vitaminlerden yararlanın. E ve C vitamini gibi antioksidan vitaminlerin, selenyum gibi serbest radikal avcısı minerallerin hücreleri oksitlenmekten koruyan güçlerinden faydalanabilirsiniz. Yeteri kadar B vitamini, özellikle B12 vitamini aldığınızdan emin olun. Dengeli bir beslenmenin de yaşlılıkta vitamin eksikliğine yol açabileceğini hatırlayın. Hayata bağlı kalın. Hayatınıza önem katan bağları sıkılaştırın. İyi sosyal ilişkileri olan yaşlılarda bellek fonksiyonları bozulmuyor. Sosyal ilişkiler bir taraftan zihinsel egzersizleri yoğunlaştırıyor, diğer taraftan çeşitli olayların ruhsal travmalarını hafifletmeye yardımcı oluyor" diye konuştu.
"Hipertansiyonu ve kolesterol yüksekliği sorununu önleyin. Kalbiniz için kötü olanın beyniniz için de kötüdür. Alkolü bırakın. Alkol beyin hücrelerini tahrip etmektedir. İyi ve kaliteli uyku uyuyun. Kaliteli uyku beynin yeni öğrenilenleri pekiştirmesini sağlar. Öğrenilmiş bilgilerin pekiştirilmesinin uzun süreli belleğin en önemli desteği olduğu biliniyor. Stresinizi iyi yönetin. Ölçülü ve kontrollü stres dikkati yoğunlaştırmakta, odaklanmayı arttırmaktadır.
Kontrolsüz, uzun süreli ve aşırı stres ise dikkati sürdürme kapasitesini yok etmekte, unutkanlığı tetiklemekte, kortizol hormonunu yükselterek beynin bellek için önemli bölümlerinde hasar geliştirmektedir."
Yeni şeyler öğrenmenin unutkanlığı azalttığını kaydeden Nelson, "Her yeni bilgi ve beceri birer bellek egzersizidir. Yeni sporlar, hobiler, araştırma alanları, heyecanlı ve zevkli problemler, ezberlenen yeni şiirler ve yeni diller beyniniz için en güçlü vitaminlerdir. Tembelliği bırakın. Zihinsel faaliyetlerinizi sınırlamayın. Özellikle televizyon seyretmek gibi pasif faaliyetleri azaltın. Her gün egzersiz yapın. Günde 30-45 dakika, haftada en az 4 gün yürümeye çalışın. Özellikle yürümenin beyin sağlığı ve yeniden yapılanma sürecini olumlu yönde etkilediğini gösteren çok sayıda kanıt var. Kullandığınız ilaçları gözden geçirin. Beyni etkileyen ilaçları doktor önerisi olmadan kullanmayın. Vitaminlerden yararlanın. E ve C vitamini gibi antioksidan vitaminlerin, selenyum gibi serbest radikal avcısı minerallerin hücreleri oksitlenmekten koruyan güçlerinden faydalanabilirsiniz. Yeteri kadar B vitamini, özellikle B12 vitamini aldığınızdan emin olun. Dengeli bir beslenmenin de yaşlılıkta vitamin eksikliğine yol açabileceğini hatırlayın. Hayata bağlı kalın. Hayatınıza önem katan bağları sıkılaştırın. İyi sosyal ilişkileri olan yaşlılarda bellek fonksiyonları bozulmuyor. Sosyal ilişkiler bir taraftan zihinsel egzersizleri yoğunlaştırıyor, diğer taraftan çeşitli olayların ruhsal travmalarını hafifletmeye yardımcı oluyor" diye konuştu.
-Kırkambar-
Pratik Bilgiler:
Karnabaharın haşlama suyuna bir miktar süt katarsanız kar gibi beyaz olduğunu, hem de kötü kokmadığını farkedeceksiniz.
Ellerdeki sarımsak kokusunu çıkarmak için avucunuza biraz tuz alıp, hafifçe nemlendirdikten sonra iyice ovalayın. Sabunla da iyice yıkarsanız sarımsak kokusunun çıkmış olduğunu göreceksiniz. Hatta soğan ve balık kokusunun da.
Balık kokusunu tabaklardan, çatallardan, bıçaklardan çıkarmak hiç kolay olmaz.Balık kokusunu çıkarmak için yıkama suyunun içine bolca kahve telvesi atın. Telve balık kokusunu emecektir. Sonra bildiğiniz gibi bolca suyla durulayın.
Taze ceviz lekesini elden çıkarmak için, eller önce bir iki dakika kadar sirkeye batırılmış bir pamukla ovulur. Sonra da soğuk suyla ovulur ve yıkanır.
Teflon tavanızda oluşan lekeleri temizlemek için bir bardak suya iki çorba kaşığı karbonat ve yarım su bardağı sirke karıştırın. Bunu tavanızın içine dökün, 10 dakika kaynatın.
Değersiz olarak gördüğünüz limon kabuklarını güneşli bir yere koyup kurutursanız, özellikle isli ve yağlı mutfak eşyalarınızı ovarken şaşırtıcı sonuçlar alabilirsiniz.
Açılmakta direnen cam kavanozların altına sert bir şekilde vurursanız açılacaklardır.
Neden? Niçin? Nasıl?
Hapşırmak, genellikle vücudun hafifleşmesine, rahatlamasına, dinçleşmesine, bazı mikropların bu yolla vücuttan atılmasına ve sağlıklı olmasına vesile olmaktadır. Bu bir güzellik ve nimettir. Ama şu da var ki;
Çok şiddetli hapşırıldığında, kaburgalardan biri kırılabilir. Hapşırmayı engellemeye çalışmak, başdaki veya boyundaki damarlardan biri yırtılabilir ve ölünebilir. Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalışırsan, yerlerinden fırlayabilirler. Onun için hapşırdıktan sonra Allah’a hamd etmek gerekir.
Biliyor musunuz?
Elektrikli sandalye, bir diş hekimi tarafından icat edilmiştir.
Ortalama bir insanın hayatının iki yılı telefonda konuşarak geçmektedir.
Bir istiridye türü yüz yıldan daha uzun yaşayabilir.
Kan, insan vücudunda bir gün boyunca yaklaşık 19,000 km yol katetmektedir.
Zürafanın yüreği 11 kg`dan daha ağırdır.
Yunuslar bir gözleri açık uyurlar.
Kelebekler ayaklarıyla tat alırlar.
Karnabaharın haşlama suyuna bir miktar süt katarsanız kar gibi beyaz olduğunu, hem de kötü kokmadığını farkedeceksiniz.
Ellerdeki sarımsak kokusunu çıkarmak için avucunuza biraz tuz alıp, hafifçe nemlendirdikten sonra iyice ovalayın. Sabunla da iyice yıkarsanız sarımsak kokusunun çıkmış olduğunu göreceksiniz. Hatta soğan ve balık kokusunun da.
Balık kokusunu tabaklardan, çatallardan, bıçaklardan çıkarmak hiç kolay olmaz.Balık kokusunu çıkarmak için yıkama suyunun içine bolca kahve telvesi atın. Telve balık kokusunu emecektir. Sonra bildiğiniz gibi bolca suyla durulayın.
Taze ceviz lekesini elden çıkarmak için, eller önce bir iki dakika kadar sirkeye batırılmış bir pamukla ovulur. Sonra da soğuk suyla ovulur ve yıkanır.
Teflon tavanızda oluşan lekeleri temizlemek için bir bardak suya iki çorba kaşığı karbonat ve yarım su bardağı sirke karıştırın. Bunu tavanızın içine dökün, 10 dakika kaynatın.
Değersiz olarak gördüğünüz limon kabuklarını güneşli bir yere koyup kurutursanız, özellikle isli ve yağlı mutfak eşyalarınızı ovarken şaşırtıcı sonuçlar alabilirsiniz.
Açılmakta direnen cam kavanozların altına sert bir şekilde vurursanız açılacaklardır.
Neden? Niçin? Nasıl?
Hapşırmak, genellikle vücudun hafifleşmesine, rahatlamasına, dinçleşmesine, bazı mikropların bu yolla vücuttan atılmasına ve sağlıklı olmasına vesile olmaktadır. Bu bir güzellik ve nimettir. Ama şu da var ki;
Çok şiddetli hapşırıldığında, kaburgalardan biri kırılabilir. Hapşırmayı engellemeye çalışmak, başdaki veya boyundaki damarlardan biri yırtılabilir ve ölünebilir. Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalışırsan, yerlerinden fırlayabilirler. Onun için hapşırdıktan sonra Allah’a hamd etmek gerekir.
Biliyor musunuz?
Elektrikli sandalye, bir diş hekimi tarafından icat edilmiştir.
Ortalama bir insanın hayatının iki yılı telefonda konuşarak geçmektedir.
Bir istiridye türü yüz yıldan daha uzun yaşayabilir.
Kan, insan vücudunda bir gün boyunca yaklaşık 19,000 km yol katetmektedir.
Zürafanın yüreği 11 kg`dan daha ağırdır.
Yunuslar bir gözleri açık uyurlar.
Kelebekler ayaklarıyla tat alırlar.
01 Nisan, 2009
Büyük Ölüm / Gökhan Özcan
Endişeyle başlayan kederlere bağlanan çok zor birkaç gün geçirdik. Bütün umutların tükendiğini, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını kesin olarak kaybettiğimizi öğreninceye kadar millet olarak büyük ruh gelgitleri yaşadık. Ama takdir-i ilâhi böyle tecelli etti, tevekkülle karşılıyor, aramızdan ayrılanlar için dualar ediyoruz.
Her ölüm zordur geride kalanlar için, ama bu ölüm daha bir zor oldu. Bu birkaç gün içinde her kesimden insanın bu yaşananlardan samimi biçimde müteessir olduğunu gözledik. Sevilen bir insan, toplumumuz üzerinden iyi izler bırakmış bir liderdi Muhsin Yazıcıoğlu... Ölümünün ardından yediden yetmişe her insanımızın kedere garkolması biraz da bu yüzden. Siyasi hayatını, çilesini çektiği, bedelini ödediği bir zemin üstünde yükseltmiş, ama en çok düsürtlüğü, mertliği, doğruluğu ile kazanmıştı gönülleri. Oy verenler de seviyordu, takdir ediyordu onu, vermeyenler de... Duruşunu, tavrını, efendiliğini, adamlığını hiç bozmadı. Düz bir çizgide yürüdü, zor zamanlarda da o çizgiden ayrılmadı. Siyasetin bol zikzaklı yollarına hiç sapmadı, eğilip bükülmedi. Bu sebeple her zaman partisinin aldığı oy oranını aşan bir yeri oldu millet nezdinde.
1954 yılında başlayan ve yarım asrı biraz aşarak 55. yılında noktalanan bir hayat... Hemen her günü mücadeleyle geçmiş, muhteviyatı 55 yılı geçecek uzunlukta bir ömür... Bu ömrün hikayesini gazetelerden okuyacak, Muhsin Bey'in nicelikte kısa hayatının ibret dolu ayrıntılarını öğreneceksiniz mutlaka. Ben dolu dolu yaşanmış bu çileli hayatın beni en çok etkileyen, üzen, kahreden bir yanına değinmek istiyorum bu ayrıntıları geçerek. 12 Eylül sonrasında tam 7,5 yılını hapishanede geçirdi Muhsin Bey... 55 yıllık bir ömür için ne kadar büyük bir bedel! Bu yılların yirmili yaşların ikinci yarısını ve otuzlu yaşların başlarını alıp götürdüğünü unutmayalım. Bir insanın büyüme, tekamül etme, olgunlaşma yılları... Bu yılları hücrelerde, işkencelerde, koğuşlarda geçirdi Muhsin Bey! Ne için? Darbeciler öyle istediği için! Bu ülkenin bir nesli böyle telef edilmedi mi? O neslin sembol isimlerinden biri oldu Muhsin Bey! Sonra salıverdiler, bir suçu tespit edilemeden... İdealistleri yargılayan, darbecilere dokunamayan kahır yıllarında oldu bütün bunlar...
Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatı, bugün Ergenekon iddianamelerine burun kıvıranlar için bir ibret dersidir. Bu ülkeyi kendi tapulu malları zannedenlerin oynadıkları çılgın pokerin sokaktaki insana ödettiği acı bedelin hikâyesidir. Muhsin Bey başını dik tutanlardandı, yıkılmadı, bildiği yolda yürüdü. Ama yıkılanlar, yürümeye devam edemeyenler de oldu, hem de pek çok! Yaşanan toplumsal travma ne kadar büyük olursa olsun, Türkiye her seferinde yatağını yeniden buldu ve oradan akmaya devam etti. Ama geride kalanların acısı da bugün hala içimizi yakıyor.
Onur Öymen, "Yazıcıoğlu'nu yıllarca tek kişilik hücrede tutanların şimdi vicdan muhasebesi yapması lazım" diyor Muhsin Bey'in ardından. Onur Öymen'e "vicdan muhasebesi" kavramını hatırlatan bir ölüm büyük ölümdür, buna şüphe yok!
Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarına Allah'tan rahmet, ailesine, BBP camiasına ve milletimize başsağlığı diliyorum. Yenişafak Gazetesi
Her ölüm zordur geride kalanlar için, ama bu ölüm daha bir zor oldu. Bu birkaç gün içinde her kesimden insanın bu yaşananlardan samimi biçimde müteessir olduğunu gözledik. Sevilen bir insan, toplumumuz üzerinden iyi izler bırakmış bir liderdi Muhsin Yazıcıoğlu... Ölümünün ardından yediden yetmişe her insanımızın kedere garkolması biraz da bu yüzden. Siyasi hayatını, çilesini çektiği, bedelini ödediği bir zemin üstünde yükseltmiş, ama en çok düsürtlüğü, mertliği, doğruluğu ile kazanmıştı gönülleri. Oy verenler de seviyordu, takdir ediyordu onu, vermeyenler de... Duruşunu, tavrını, efendiliğini, adamlığını hiç bozmadı. Düz bir çizgide yürüdü, zor zamanlarda da o çizgiden ayrılmadı. Siyasetin bol zikzaklı yollarına hiç sapmadı, eğilip bükülmedi. Bu sebeple her zaman partisinin aldığı oy oranını aşan bir yeri oldu millet nezdinde.
1954 yılında başlayan ve yarım asrı biraz aşarak 55. yılında noktalanan bir hayat... Hemen her günü mücadeleyle geçmiş, muhteviyatı 55 yılı geçecek uzunlukta bir ömür... Bu ömrün hikayesini gazetelerden okuyacak, Muhsin Bey'in nicelikte kısa hayatının ibret dolu ayrıntılarını öğreneceksiniz mutlaka. Ben dolu dolu yaşanmış bu çileli hayatın beni en çok etkileyen, üzen, kahreden bir yanına değinmek istiyorum bu ayrıntıları geçerek. 12 Eylül sonrasında tam 7,5 yılını hapishanede geçirdi Muhsin Bey... 55 yıllık bir ömür için ne kadar büyük bir bedel! Bu yılların yirmili yaşların ikinci yarısını ve otuzlu yaşların başlarını alıp götürdüğünü unutmayalım. Bir insanın büyüme, tekamül etme, olgunlaşma yılları... Bu yılları hücrelerde, işkencelerde, koğuşlarda geçirdi Muhsin Bey! Ne için? Darbeciler öyle istediği için! Bu ülkenin bir nesli böyle telef edilmedi mi? O neslin sembol isimlerinden biri oldu Muhsin Bey! Sonra salıverdiler, bir suçu tespit edilemeden... İdealistleri yargılayan, darbecilere dokunamayan kahır yıllarında oldu bütün bunlar...
Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatı, bugün Ergenekon iddianamelerine burun kıvıranlar için bir ibret dersidir. Bu ülkeyi kendi tapulu malları zannedenlerin oynadıkları çılgın pokerin sokaktaki insana ödettiği acı bedelin hikâyesidir. Muhsin Bey başını dik tutanlardandı, yıkılmadı, bildiği yolda yürüdü. Ama yıkılanlar, yürümeye devam edemeyenler de oldu, hem de pek çok! Yaşanan toplumsal travma ne kadar büyük olursa olsun, Türkiye her seferinde yatağını yeniden buldu ve oradan akmaya devam etti. Ama geride kalanların acısı da bugün hala içimizi yakıyor.
Onur Öymen, "Yazıcıoğlu'nu yıllarca tek kişilik hücrede tutanların şimdi vicdan muhasebesi yapması lazım" diyor Muhsin Bey'in ardından. Onur Öymen'e "vicdan muhasebesi" kavramını hatırlatan bir ölüm büyük ölümdür, buna şüphe yok!
Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarına Allah'tan rahmet, ailesine, BBP camiasına ve milletimize başsağlığı diliyorum. Yenişafak Gazetesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)