Bayramların, kandillerin dine değil de kültüre ait olduğuna inandım uzun yıllar, çünkü çocukluğumun Ramazanlarında oruçsuz bir ağız, secdesiz bir alın görmek mümkün değildi. Hepsi aynı kolinin içindeydi; röflelisi, yemenilisi, fularlısı, pipolusu, takkelisi, kasketlisi, keplisi... Sonra ne olduysa oldu, biri harç kardı, biri tuğlaları dizdi, önce duvarlar örüldü, sonra duvarlar yıkıldı, o önceki hal unutuldu gitti ve ben kendi yoksunluğum için değil, gelecek nesiller için endişelenmeye başladım.
Birkaç sene önceydi, Ramazan'dı, dışarıda yeniydim, yani sokağa çıkmaya yeni başladığım zamanlardı, bir başörtülü kadın elinde Kuranla minibüse bindi ve benden önce indi. O indiğinde önümde oturan kadın başladı konuşmaya, daha doğrusu kusmaya: “Bunlar kendilerini ne zannediyor, bu halde gezilir mi, sokağa çıkmasınlar, evlerinde otursunlar, midem bulanıyor bunları görünce...” ve daha neler neler. Susmuyordu.
Benim varlığımdan habersiz o karanlık gönlünce nice küfürler sayıyordu. Yanımdaki insanlar bana bakarak kadın adına utanıyor, ben gülümseyerek olur böyle şeyler manasına gelecek baş işaretleri yapıyordum, açıkçası onun çirkefine bulanmak istemiyordum.
İneceği yere gelince ayağa kalktı kadın, yanındakiler beni işaret ettiler, bak, arkanda da varmış öyle biri dediler, kadın inecek olmanın verdiği cesaretle son bir defa yüklendi ses tellerine: “Duysun, duysun da utansın!”. Utandım evet, onun adına gerçekten çok utandım. Bu olay pek sık andığım bir rezalet değil, zira nicesini yaşıyorum, ne de olsa Kadıköylüyüm.
Son zamanlarda bu anıyı gülümseyerek hatırlıyorum, neden mi: 1998 yılı Şubat ayında balkonlarına doğru sloganlar savurduğumuz İstanbul Üniversitesi'nin koridorlarında -gelecek nesiller dediğim o çocuklarla birlikte- gönlümce dolanırken bir zihniyetin yıkıldığını görüyorum ve yeniden karşıma çıksa diyorum o kadın, karşıma çıksa ve ona sorsam: sahi, şimdi mideniz nasıl?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder